22 Haziran 2013

SULUBOYA


Su, suluboya tabloyu hem meydana getirendir hem de yok eden.


Çocukluğu ayva tadında bir mevsimdi. Sapsarı rengiyle albenili. İlk ısırışa özgü buruk tadı. Her ısırışta azar azar yitip giden tat. Sulu diye beklerken az sulu. Sonrası, lokmaları yutmakta çekilen güçlük. Her lokmada boğazın ıslaklığını emen sünger parçacıkları. Geçip giden ama geçtiğini en güçlü şekilde hissettiren. Yine de devam etmekten vazgeçilmeyen. Tatlımsı ve zor bir dönemdi çocukluğu. Ayva gibiydi.

Bir dünya kuruluyordu. Çocukluğu karpuz gibi bol sulu ve tatlı olanların, kiraz gibi vazgeçilemeyenlerin, erik gibi doyulamayanların kurduğu bir dünya. Ama ayvaydı onun çocukluğu. Meyve sepetinde bulunup bulunmaması arasında bir fark yoktu. İştahla yenen diğer meyvelerden sonra “Bir de şundan tadalım.” denilince yüzüne bakılan ayva. Çarşıda pazarda görülmeden akla düşmeyen. Hayali kurulmayan. Daha doğrusu hayali unutulan. Görünce var olan, görülmeyince yok. Natürmort resimler çizilirken vazonun yanındaki meyvelere eşlik etsin diye konulan. Rengiyle ve biçimiyle itibar görebilen. Çocukluğu başkasının çizdiği bir tablodaki ayva gibiydi.

Aklına resim fikrinin ilk düşüşü de bu natürmort benzetmesiyle olmuştu. Ben başkalarının resimlerinde kompozisyonu tamamlayan bir öge değil, bizzat resmin kendisi olacağım. O resmi ben çizeceğim. Başyapıtım olacak. Dedi. Uzun gece yürüyüşleri de böyle başladı.

Yürüdü. Adımlarının sayısı dünya kurmakla meşgul olan yaşıtlarının adım sayısını kat kat aştı. Yürüdü. Resmini çizeceği dünyasında neler neler olacağını düşündü. Tanışacağı insanları, gezeceği yerleri, okuyacağı kitapları, çekeceği fotoğrafları, söyleyeceği sözleri, vereceği yanıtları, davranış kalıplarını, jest ve mimiklerini, giyim kuşamını ve âşık olacağı insanı. Hepsini. Bir insanın hayatında olması gereken ne varsa hepsinin hayalini çizecekti zihnindeki tuvale. 

Fırçayı eline aldı, su dolu bardağa batırdı, suluboya takımının renklerine dokundurdu, bembeyaz boşluğu yansıtan tuvale renk vermeye başladı zihninin atölyesinde. Tuval artık beyaz değildi. Bu başlamaktı. Dönüş yoktu artık.

“Güzel bir resim olacak.” dedi, “Mükemmel olacak. Hayallerimi yansıtacak tüm renkliliğiyle. Benim olacak. Ben olacak.”

Her gün titizlikle çizmeyi sürdürdü tablosunu. Özene bezene. Düşüne düşüne. Yürüye yürüye. Tüm ayrıntıları tek tek hesaplayarak. Hiçbirini atlamadan. Gerektiğinde bazı düzeltmelerle. Her yürüyüşte küçük bir bölümü renkleniyordu tuvalin. Acele etmiyordu. Tüm ayrıntılar çizildiğinde resmin bütününü görebilecekti. Bunun için sabır gerekliydi.

İnce ve ayrıntılı çizimler için saatler harcıyordu. Küçücük bir çizim için bile çok büyük emek veriyordu. Gelip geçtiği sokaklarda gözlemlediği evlerden ve insanlardan esinlenişlerini de yansıtıyordu tuvale. En güzeli, en iyiyi arıyordu. Bunun için bol bol zamanı vardı. Beklemeye razıydı. Yeter ki tablosu tamamlanıp gerçek olsundu.

Yürüyüşleri gece vaktine ayarlıydı. Çünkü gün boyunca bir ressam titizliğiyle yaşamı gözlemler, tuvale ekleyeceği ya da eklemekten kesinlikle uzak duracağı şeyleri belirlerdi. Tablosunda olmasını istediği tüm ayrıntıları gözden geçirir, beğenisine göre biçimlendirir, büyük küçük ekleme ve çıkarmalar yapar, aklının bir köşesindeki sandığa koyardı. Beğenmediklerini de başka bir sandığa atardı. Resminde bulunmasını asla istemediği ne varsa unutulmasın diye. Neyi istediği kadar neyi istemediği de önemliydi insanın. 

Zaman geçtikçe ve yürüyüşler uzadıkça resim de bütünlüğe doğru yol alıyordu. Tablonun tamamlanan bölümlerine uzun uzun bakıyordu. Her seferinde ilk kez bakıyormuş gibi heyecan duyuyordu. Kendi sanatına hayrandı. Kendi kendisini destekliyor, övüyor, isteklendiriyor, onaylıyor, ödüllendiriyor, onurlandırıyordu. Kendisine yönelttiği tüm eleştirileri yaşından büyük bir ağırbaşlılıkla kabul ediyor, tüm övgüleri sevinçle karşılıyordu. Kendisi bu işten iyi anlıyordu. Takdir ediyordu kendisini.

Zaman geçiyordu. Gece yürüyüşlerinde yoğun mesai harcayan beyni arı gibi çalışıyordu. Çizmeye ara verdiğinde resim yine defalarca gözden geçiriliyordu. Suluboyayı seçmesi boşuna değildi. Islatılan fırça tuvaldeki çizimleri yeniden düzenlemeye olanak sağlıyordu. Tuvalde kurumuş olan boyalar suyla canlanıyor, yeniden çiziliyor, yeniden biçimleniyordu. “İyi ki suluboya kullanmışım.” diyordu. Su, resmi hem oluşturuyor hem de dönüştürüyordu.

Tuvalin tam ortasını boş bırakmıştı. O bölüm çok özel bir çizime ayrılmıştı. Tüm resmin temel noktası olacaktı o çizim. Temel besleyeni. Resmin kalbi.

Bir zaman sonra bir şey fark etti. Çizdiklerine benzemeye başlamıştı. Resim yalnızca biçim verilen bir şey olmaktan çıkmıştı. Aynı zamanda biçim veren bir şeydi. Resim hem çiziliyor hem de çiziyordu. Hem oluşuyor hem de oluşturuyordu. Resmin çizicisini dönüştürüyordu, başkalaştırıyordu. Resim, ressamını ele geçiriyordu.

Ressam ise buna dünden razıydı. Tablodaki çizimlere göre davranıyor, dönüşmekte olan kişiliğine uygun yaşıyordu. Giyimi kuşamı, insan ilişkileri, hayatı algılayışı… Her şey resme göre belirlenip biçimleniyordu. O kadar çok seviyordu ki tablosunu, hayalinin gerçekleşmesini o kadar çok istiyordu ki kişiliğinin bizzat kendi fırça vuruşlarıyla başka bir varoluşa evrilmesine göz yumuyordu bu yüzden. Yürüyüşlerinden dönüp de yatağına yatınca “Çok güzel olacak.” diyordu içinden. 

Sabah uyanıp da aynaya baktığında, ağzındaki kekremsi tat ıslak ıslak diline dolandığında boğazında düğümlenen itirafları yutkunuyordu acı acı. Kendisini yüksek bütçeli bir deneyin kobayı gibi görüyordu o sabah vakitlerinde ayna karşısındayken. Sabahlar çok acımasızdı.

Bir deney… Uygulayıcısı da kobayı da kendisi olan bir deney… Sonra resim geliyordu aklına. Kendisine biçtiği varoluşun kimi yerlerinin bol, kimi yerlerinin dar olduğunu seziyordu. Renk renk çizerek büyüttüğü dünyasının toprağına saldığı kökler tutunamıyordu. Gökyüzüne salınan kuş kanat çırparken yoruluyor, kendisini boşluğa bırakıyordu. Kan uyuşmazlığı mı vardı hayaliyle arasında? Sabahları aynadaki yansımasına bakarken üzerine üzerine abanan bu sorgulamalar, içinde, ta derinliklerinde yatan uykulu bir yanardağın cılız ateşine coşkun alevler taşıyordu. Yüzü yanıyordu. 

Su... Çeşmeyi açıyordu hızla, soğuk soğuk suları vuruyordu alev alev yanan yüzüne. Su yine imdada yetişiyordu. Su ne çok şeydi! Su, önüne katıp götürüyordu tüm olumsuz duygu ve düşünceleri. Götürüyor, lavabonun deliklerinden içeri akıtıyordu. Su… Suluboya… “Tablo çok güzel olacak, benim olacak, ben olacak.”

Zaman geçti. Tuvalin ortası dışındaki tüm yerler tamamlanmıştı. Artık resmin asıl varlık nedenini çizmeye gelmişti sıra. Tuvaldeki tüm renklerin, tüm biçimlerin gerçek anlamını bulacağı o son çizim… Tüm renklere can üstüne can katacak o çizim... Resmin güzelliğine, mükemmelliğine atılacak bir imza gibi. Akıl gibi. Kalp gibi. Söz gibi. Onun resmi. O! 

Ve onun resmini çizdi.

Tablosu bitmişti. Yıllarca emek verilerek çizilen resim tamamlanmıştı. Hayalindeki dünyası kurulmuştu. O da yaşıtları gibi bir dünya kurucusuydu. Artık beklemek düşüyordu payına. Kanından canından olan tablosuna hayat üfleyecek kişiyi, onu bekleyecekti. Sevgiliyi. Gece yürüyüşlerinde, gündüz işlerinde, yaşadığı her anda bekleyecekti. Çünkü sadece o, resmine can verebilirdi. Sadece o, kurguyu gerçeğe dönüştürebilirdi. Sadece o, her şeyi anlamlı kılabilirdi. Özenle, sabırla, bin türlü zorluğu aşarak yeniden biçim verdiği kendisine sadece o, basılacak bir zemin sağlayabilirdi. O, düğmeye basacak ve yaşamı başlatacak olandı.

Zaman geçti.

Birkaç hayaletin musallat olmasından zar zor kurtarıp da öteye taşıdığı yaşamına o geldi sonunda. O! Tüm hayaller gerçek oldu. Resim hayat buldu. Yıllarca süren yürüyüşleri sonunda ona ulaştı. Resim artık yaşıyordu. Resim artık yaşanıyordu. Birlikte yaşıyorlardı renk renk örülmüş bir dünyayı. Seviyorlardı birbirlerini ne çok!

Zaman geçti. 

Bir gün kara bir damla düştü tabloya. Damladığı yeri kararttı. Yürüyüşlerinin uzunluğuna eş bir uzaklığa düştü yolu. Gitmesi gerekti. Gitti. Hayalinde ona döneceği günü düşüne düşüne dolaştı yabancı bir kentin sokaklarında. Telefondaki sesiyle yetindi. Sabredecekti. Tablosunu çizerken nasıl sabrettiyse yine öyle sabredecekti. Bu zorlu süreci aşacaklardı sevgilerinin yüceliğiyle. 

Geride kalan o ise kendisine emanet edilen çok değerli tabloyu saklıyordu. Uzağa giden dönecekti elbet. Her şey kaldığı yerden devam edecekti.

Yazık ki yaşam bunca güzelliği uzun süre taşıyabilecek güçte değildi.

Bir süre sonra o, renkli dünyanın parlak ışıklarından uzaklaşmaya başladı yavaş yavaş. Farkında bile olmaksızın. Uzaklara gidenden aldığı emaneti evirip çevirmeye başladı yalnızlıktan. Resim çizmekle bağı vardı. Parmakları emanet tablo üzerinde gezinmeye başladı.

Başlarda fark etmediği ayrıntılar gözüne çarpıyordu bir bir. Gözünü rahatsız ediyordu. Uyumsuzluklar görüyordu. Bazı şeylerin birbiriyle örtüşmediğini düşünüyordu. İnandığını görüyordu. Gördüğüne inanıyordu. Resim çizmekle arasındaki o derin bağ ince ince titreşiyordu. Eli fırça aranıyordu. İçgüdüsüne engel olmadı. Eline fırça aldı.

Su… Dönüştürücü güç aynı zamanda. Çizilmesine adeta bir ömür harcanmış olan emanet tabloya dokunuyordu artık ıslak fırçasıyla. Suyun değdiği boya katmanları çatır çatır çözülüyordu. Çizimleri kendi zevkine ve görüşüne göre değiştiriyordu. İzinsiz. Teklifsiz. “Böyle olması gerek!” dediği ne varsa el atıyordu ona. 

Uzaktaki bir anlam veremiyordu buna. El emeği göz nuru başyapıtı, o başyapıtın en değerli başkarakteri tarafından dönüştürülüyordu. Uzaktaki bunca emek verdiği eserinin üzerinde oynanmasına göz yumuyordu içi burkulsa da. Ölüm gibi bir soğuğa kesiyordu yüreği. Sevgisiyle ısınmaya çalışıyordu. Anlamak için sokaklarca, caddelerce yürüyordu.

Onu kısa bir süreliğine görebilmek için uzun uzun yollar aşıp geliyordu. Onun kendisi için çizdiklerini yaşamaya çalışıyordu çaresizce. Üzerine hiç oturmayan bir çizim giydirilmişti. Yalvaran gözlerle bakıyordu ona. “Bunu bana yapma, bunu bize yapma!” diye haykırıyordu sessiz sessiz. Kısacık süre bitiyor, uzaklara dönüyordu yine.

Zaman geçti.

Bir gün taşıyamadı kendisine biçilen giysileri. Ruhuna yüklenen acıyı taşıyamadı. Kanından canından, en güzel yıllarından vererek özenle var ettiği başyapıtının onun ellerinde bozundurulmasına dayanamadı. Oysa o, özgün haliyle beğenip sevmişti tabloyu. Sonra ne değişmişti de her şeyi değiştirmişti?

Yaşama içgüdüsü tırnaklarını geçirmişti sanki ruhuna. Tutundukça acıtıyor, kanatıyordu. Yaşamın kenarına oturmuş, ölümün kara kızıl boşluğuna bakıyordu ıslak gözlerle. Su… Gözyaşlarını biriktirseydi, fırçasına sürseydi, bozulan tablosunu düzeltebilseydi. Oysa ölüm boş bir tuval kılığında gizlenerek kandırmaya çalışıyordu onu. Çağırıyordu. Ona yepyeni bir boşluk vadediyordu. Sonsuz.

Zaman geçti. 

Bir gün, değiştirilmekten artık tanıyamadığı tablosunu istedi ondan. Bitmişti. O, duraksamadan geri verdi bozduğu emaneti. Bitti.

En sevdiği oyuncağı parça parça edilip de önüne konmuş bir çocuk gibi yas tuttu aylarca. İçin için kanadı yüreği. İrin irin aktı öfkesi. O sanatçı eller, o incecik dokunuşların elleri, sıkmak için boğazlar aradı durdu. Artık güzel ve özel bir dünyayı yansıtmayan tablosuna baktıkça öldü, öfkelendikçe dirildi. Öldü, dirildi. Öldü, dirildi. Ölemedi.

Zaman geçti. 

Sislerle örülü donuk hayatına bir gün iki su dolu kovayla çıkageldi birisi. Kimdi, gerçek miydi, hayal miydi, bilemedi. Sonra bir ses yankılandı: “Kefaretini ödedin derviş. Artık ayağa kalkma zamanı.”

İlk kovadaki su, bozunmuş tablonun üzerinde patladı. Resmin tüm renkleri şoka girdi. En güzel zamanlar feda edilerek çizilen, sevgilinin ellerinde bozulup bozguna uğratılan tablo renk renk ağlıyordu. Koyu koyu gözyaşı döküyordu. Tablo çirkin ve karmakarışıktı artık. O güzelim renkler çamurumsu, iç bulandırıcı bir görüntünün iğrenç bulamacı içinde ölüyordu tek tek.

İkinci kovadaki su ise kendisini yaşamın ressamı sanan adamın suratında patladı. “Kendine gel, kalk ayağa!” dedi, “Bitti rüya!”

Renkler, tuvali terk etti ağır ağır. Geriye sonsuz bir beyazlık kaldı. Boş… Sanki hiç çizilmemiş gibi. Sanki birisi yığınla renkle gelip ona hiç dokunmamış gibi. Sanki birisi ne kadar dokunursa dokunsun sonuçta tüm yollar aynı beyaz boşluğa çıkacakmış gibi. Dokunmuş olmak ile dokunmamış olmak arasında hiçbir fark yokmuş gibi. Bu gerçeği fark edebilecek birisi olmayacakmış gibi. Başta nasılsa şimdi de öyleydi tuval. Su, suluboya tabloyu hem meydana getiren hem de yok edendi. Her şey suyla başlamıştı, suyla bitti. Suyla gelen, suyla gitti.

 

Azat edilen, şimdilerde dinlenmekle meşgul. Yeni doğduğu bir dünyada dinleniyor. Sakinliğin hüküm sürdüğü başka bir dünyadan bu dünyaya doğmuş bir yabancı gibi şaşkınlıkla izliyor koşuşturup duran insan kalabalığını. Yeni doğmuş bir bebeğin gözlerine sahip. Elinde ne kalem ne defter… Ne fırça ne boya… Ne hesap ne kitap… 

Zihin atölyesindeki tabloda çizilmiş olana değil, gerçekten var olan bir gökyüzüne bakıyor. İlk kez gerçek bir ağaca dokunuyor, gerçek bir taşın üzerine oturup masmavi denizi izliyor, gerçek bir ırmaktan su içiyor. Gerçek bir yağmurun sağanağında ıslanıyor.

İçgüdüleriyle yaşıyor. Metinlerden ezberlenenlere göre değil, o an dilinden dökülüveren sözcüklerle konuşuyor. Kayıpları, bulmaları, ayrılıkları, kavuşmaları, acıları, sevinçleri anlatıp duran müziği değil; kendi içindeki müziği dinliyor. İlk kez insanlara perdesiz gözlerle bakıyor. Ne onları kazanmak uğruna bir plan ve strateji ne de yitirmemek adına bir çaba ve telaş… İnsan, sadece insan onun için. Sıfatlardan ve unvanlardan bağımsız insanlar… Gelene hoş geldin, gidene güle güle.

Yürüyüşleri aramak ve düşünmek için değil artık. Adım atmak sadece. Sevdiği az sayıda şeyle ilgileniyor. Diğerlerini düşünmüyor, çünkü hiçbirini bilmiyor. Karşılaşırsa öğreniyor, severse alıyor. Ve hiçbir şeyi özlemiyor.

O, emeklisi artık tüm uğraşların, tüm savaşların. Film gibi izliyor her şeyi kenarından hayatın.

 

Tablolarınızı çizerken, defterlerinizi doldururken, planlarla yüklü cümlelerinizi birbirleriyle tokuştururken lütfen gürültü çıkarmayın. Sağa sola koşuşturup duran çocuklarınıza da sahip çıkın. Çünkü ben aranızda bir yerlerde biraz daha uyuyacağım. Siz tüm sahip olduklarınız ve olacaklarınız için uyanık kalın. 

İyi uyanıklıklar hepinize!