Kabul, bazen iki seçeneğin bireşimidir.
Asansörü tercih etti uzun bir
süreden sonra. Elinde ağır bir bavul vardı. Merdivenlerde çok ses çıkarırdı.
Fark edilmek istemiyordu. Asansörle ikinci kata çıktı. Oturduğu dairenin
kapısına yöneldi. Cebinde bir şey şakırdadı. Elini cebinden çıkardı. Anahtar. Parlaklığı
yer yer dökülmüş bir anahtar. Döküntü parlaklığı kapıdaki deliğe itti. İki kere
çevirdi. İki, iyi bir sayıydı. Güven veriyordu.
Kapı açıldı. Koku… Ne güçlü bir duyu! Koku, unutturmuyordu. Koku, hafızanın en güçlü besiniydi. Koku, ne çok
şeyi çağırıyordu yüzeye, karanlığın derinliğinden. Koku, unutulmuyordu. Yaşananları
tek tek saklıyor, ilk solunmada hepsini hızla zihin perdesine yansıtıyordu.
Koku, sadece koku değildi.
İçeri girdi, kapıyı kapattı.
Anahtarı deliğe sürdü. İki kere kilitledi.
Bavulunu yere bıraktı. Mutfak tam
karşıdaydı. Koridor solda. Sola yöneldi, koridorda birkaç adım attı. Durdu. Sağ
omzuyla duvara yaslandı. Sürtünerek yavaş yavaş yere çöktü. Bacakları sola
kıvrılmış halde yere oturdu. Başını göğsüne doğru eğdi, eğdi, eğdi. Utanır
gibi. Sol elini yüzüne götürdü. Ağladı.
Merdivenleri tercih etti uzun bir
süreden sonra. Apartmanda herkes asansörü kullanıyordu. Merdivenler,
birileriyle karşılaşmamak için daha uygundu. İkinci kata çıktı. Oturduğu
dairenin kapısının önünde durdu. Cebinde bir şey şakırdadı. Elini cebinden
çıkardı. Anahtar. Parlak bir anahtar. Parlaklığı kapıdaki deliğe itti. Üç kere
çevirdi. Üç, iyi bir sayıydı. Güç veriyordu.
Kapı açıldı. Ses… Mutfaktan biri
sesleniyordu. Ne diyordu? Soruların sırası yanlıştı. Neden hep sonrakiler
öncekilere çalım atıyordu yaşamında? Yollar niye tersinden yürünüyordu? Oysa
ilk soru şu olmalıydı: Kim? Evde kendisinden başka kimse yaşamıyordu. O halde
kim?
Ses yinelendi. Tüyleri diken diken
oldu, bedenine dikenler battı. Kapının eşiğinde çakılı halde öylece duruyordu. Her
zamanki gibi yüzü yanıyor, elleri soğuyor, dili ekşiyor, midesi kasılıyor,
bacakları karıncalanıyor, ayak parmakları içe doğru bükülüyordu. Kendisine
seslenilmesinden çok sesin niteliğinden ürpermişti. Derinlerden gelen,
derinlere davet eden bir ses... Efsunlu, sisli, nemli ses... Yosunlu, kaygan, akışkan...
Puslu bir ormanın serin derinliklerinde yüce bir ağaç devrilirken köklerden kopan çatırtı… Sert rüzgarların kol gezdiği uzun bir gecede pencere pervazındaki küçük boşluktan evin içine sızan ıslık... Yokuşun sonuna varmaya az bir mesafe kala ansızın çatlayan bir atın dermansız göğsünde debelenen inilti...
Titredi ve silkindi. Anlık
sersemliğini yenip kapıyı hızla kapattı. Anahtarı deliğe sürdü. Üç kere
kilitledi. Mutfak tam karşıdaydı. Koridor sağda. Sese yönelmemek için mutfağa
bakmadan hızla sola ilerledi, salona attı kendisini. Yüksek arkalıklı koyu sarı
koltuğa oturdu. Koltuğun koyu kahve renkli ahşap kolçaklarını sıkıca kavradı.
Bırakırsa ölecekmiş gibi hissediyordu. Tutunursa kurtulacakmış gibi...
Tavanda bir girdap açılmıştı
sanki. Yukarı doğru güçlü bir çekim hissediyordu. Yerçekimi, yerini gökçekimine
bırakmıştı. Korkusu ağırlaştıkça bedeni hafifliyor gibiydi. Kolçaklara daha
sıkı yapıştı. Avuç içleri basınçtan patlıyordu. Sesi duymamak, sese uymamak
için avuç içlerini feda ediyordu. Duymamak mümkün müydü? Ya uymamak?
Çenesi titredi, kulaklarına
uğultular saplandı, burun delikleri nemlendi, kaşları yay gibi gerildi, gözleri
bulutlandı. Ağladı.
Koridorda yere çökmüş vaziyette ne
kadar süre oturup ağladığını bilmiyordu. Duvara sürtünerek çöktüğü yerden yine
sürtünerek doğruldu. Koku hâlâ evin içinde kol geziyordu. Hızla
dönen film kareleri gibi yansıtıp anımsatıyordu yaşananları. Koku, her soluk alışta hafızasını
daha çok besliyor büyütüyordu. Unutuldu sanılan yaraların kabuklarını soyuyordu
tırnaklarıyla. Toprağa gömülü gizleri sulayıp yeşertiyordu. Uzak denizlerdeyken
daha da uzaklara sevdalanarak pusulasını şaşırıp da kaybolmuş bir gemiden
denize bırakılmış haberci şişeler vuruyordu sisli sahillere. Açıyordu hepsini
tek tek; sarı kağıtlara karalanmış çığlıkları okuyordu. Bağırmak istiyordu sesi
kısılana kadar; bağırmasının şiddetinden durmasını dünyanın. Göğüs kafesini kırıp dışarı
çıkmak için çırpınıyordu yüreği, bir kuş gibi. Kaçmak istiyordu.
Koku, keskin bir korku sıkıyordu damarlarına. Damar damar yanıyordu bedeni. Koku, korku olmuştu artık. Korkusu
o kadar çok yoğunlaşmıştı ki somutlaşıp dokunulabilir bir niteliğe bürünecekti sanki.
Olduğu yerde donup kalmıştı. Kıpırdayamıyordu. Bedeninin varlığını bile zor
duyumsuyordu.
Koltuğa çivilenmiş vaziyette ne
kadar süre oturup ağladığını bilmiyordu. Mutfaktan gelen o ses azar azar cılızlaşmıştı.
Bir sözcüğü arka arkaya defalarca tekrarlayınca anlamın zayıflaması gibi, ses
de ağırlığını yitirmişti sanki. İçe işleyen, baş döndüren, karşı konulamayan
niteliğinden uzaklaşmıştı. Şiddetli bir sağanaktan epey sonra yağmur sularının
yavaş yavaş çekilmesi gibi, şırıldıyordu ama gürüldemiyordu.
Gerilim yüklü ortamın bu
beklenmedik yumuşaması, kısa bir soluklanma sağlamıştı ona. Yalancı bir
rahatlamanın kısacak yanılsamasında.
Bedenini çevreleyen ve katılaşmaya
başlayan ko(r)ku sarmalından bir gayretle kurtuldu. Koridordan salona geçti
kaçar gibi. Sarı koltuğa baktı. Oturmak istemedi. Anımsamıştı. Bilmişti. Bu,
çok önceydi. Uzun zaman önce yaşanmış bir şeydi. Bu kez ihtiyacı yoktu. Oturmadı.
Koku…
"Bir an önce pencereleri açmalıyım." dedi. Burnu zamanla kokuya alışacak, duyarsızlaşacaktı; ama o yine de işini
garantiye almak istedi. Koku ne kadar çabuk yitip giderse o kadar iyi olacaktı
kendisi için. Odaları hızla dolandı. Tüm pencereleri tek tek açtı. Mutfakta ise
pencereyle yetinemezdi. Balkon kapısını da açtı. Hava akımı evin içinde
dolanmaya, yoğunlaşmayı dağıtmaya başlamıştı. Koku, etkisini yitiriyordu
yavaş yavaş. İçe işleyen, baş döndüren, karşı konulamayan niteliğini yanına
alıp gitti bir süre sonra.
Uzun süredir kolçaklarına sertçe yapıştığı
koltuktan artık kalkması gerektiğini düşündü. Gerçekten kendisi mi düşünmüştü?
Yoksa kulağına mı fısıldanmıştı? Birinci seçeneğin doğru olmasını umarak
yerinden yavaşça doğruldu. Dizleri kütürdedi. Tüm bedeni ter içindeydi. Kısa
bir süreliğine çevresine bakındı amaçsızca. Büyük küçük nesnelere göz gezdirdi.
Bir karıncalanma hissetti sonra, ellerine baktı. Avuçlarında birbirine koşut
ikişer çizgi oluşmuştu. Kıpkırmızı avuçlarda bembeyaz çizgiler… Kolçakları uzun
süre sıkıca tutmaktan parmakları kaskatı kesilmişti. Hiçbirini oynatamıyordu. Aniden
buz gibi bir korku çöreklendi yüreğine. Sesi bile unutturan bir korku…
Uğraştı. İki elini birbirine
yaklaştırdı; parmaklarının öylece birbirini itmesini sağladı. Birbirine değerek
içe doğru bükülen parmaklarında yanma hissi uyandı. Kan dolaşımı uzun
süreliğine azaldığı için uyuşan ve hissizleşen parmakları damar damar
yanıyordu. Damarlarına sıvılaştırılmış ateş basılıyordu sanki. Parmak uçlarına yıldırımlar
düşüyordu. Kollarını şöyle bir uzatsa karşıya doğru, şimşekler çıkacaktı sanki
ellerinden.
İtme ve çekme egzersizi işe
yaramıştı. Parmaklarını oynatabiliyordu artık. Önce yavaş yavaş kapatıp açtı, sonra
hızlı hızlı. “İnsan sadece bunu yapabildiği için bile şükretmeli.” diye
düşündü. Ferahlaması kısa sürdü. Mutfaktaki o ses, neden sonra belli etti
kendisini yine. Parmaklarının derdine düştüğünden unutmuştu onu. “Onca çaba
bunun için miydi?” diye düşündü.
Kokuyu burnunun hafızasından da temizlemek
için mutfak balkonuna çıktı. Derin derin soluk alıp verdi. Kendi kendisine,
“Bir dahaki sefere bu balkona çıkıp derin bir soluk aldığında birçok şey
yaşamış, düşünmüş ve yazmış olacaksın.” dediğini anımsadı. Birçok şey yaşamış,
az düşünmüş, hiçbir şey yazmamıştı.
Balkondan ayrılıp mutfağa geri
döndü. Boş duran bulaşıklığa baktı. Boş bırakmaktaki kararlılığını takdir etti.
Çekmecede biriktirdiği market poşetlerinden en büyüğünü aldı. Yatak odasına
geçti. Bitmemiş olmasına rağmen parfümlerini toplayıp poşete attı. Bavulunda da
parfüm ve deodorant bulunduğunu anımsadı. Onları da alıp aynı poşetin
içine tıktı. Poşetin ağzını bağladı. Çabuk bağlanabilen bu market poşetlerinin
uygarlık tarihinin en önemli buluşlarından biri olduğunu düşündü. Başka şeyler
düşünmemek için bunu düşündü.
Çalışma odasına girdi. Masanın
üzerindeki kolonya şişesini alıp lavaboya gitti. Çeşmeyi açtı. Şişenin kapağını
açıp kolonyayı lavaboya akıttı. Boşalan şişeyi iyice sudan geçirdi. Gözü sıvı
sabuna ilişti. Kapağını açtı, kutuyu ters çevirdi. Sabun ağır ağır akıyordu. “Tembel
şey!” Plastik kutuyu hırsla ortasından sıktı. Sıvı sabun balon gibi şişerek lavaboya
düştü. Eriyerek suya karıştı.
Terlemişti. Lavaboya eğilip yüzünü
yıkadı. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yorgun yüzünde yol yol akan su
damlalarını izledi ölgün bakışlarla. Çeşmenin başını çevirdi ağır ağır, suyun
akışı kesildi. Sol eli lavabonun kenarını, diğeri çeşme başını tutarken bedeninin
belden yukarısı hafifçe öne eğildi. Solgun yüzünde yol bulup akan su damlaları
çenesinden lavaboya atlıyordu. “Atlamak güzel şey!” diye düşündü. “Atlatmak da
öyle!”
Bu anı daha önceden yaşamış gibi
oldu. Gözlerini kırpıştırdı. Islak parmaklarını gözkapaklarıyla kaşlarının
arasına dokundurdu. Hafifçe bastırıp her iki yana kaydırdı. Şakaklarının
üzerinden geçirerek geriye doğru çekti. Aynaya baktı. Kısa bir bakış… O an öyle
olması uygun görüldüğü için kısa tutulmuş bir bakış…
Salondan mutfağa geçmeye karar
vermişti sonunda. Ses ile yüzleşecekti, sesin sahibiyle. Bir an duraksadı.
Hangisiyle yüzleşmenin daha güç olacağını düşündü. Kolay olanı öne almak
gerekirdi. Ya da kendisini güç olana alıştırıp kolay olanı bir lokmada yutmalı
mıydı? Bu, delilik miydi? Bir sesi anlama işini böylesine karmaşıklaştırmak… Yazarı
da oyuncusu da izleyicisi de aynı kişi olan acayip bir tiyatro oynanıyordu tam
da o an. Gerçekte neyi öğrenmek istiyordu?
Bilmediği, bilmediğini söylerken
gerçekte bilip de bilmezden geldiğini çok iyi bildiği bir şeyle ilgili sağlıklı
hiçbir öngörüsünün olamayacağını biliyordu. Stratejiden vazgeçti. Bir adım
attı, sonra ikincisini. Üçüncü adım. İşte, salon kapısının eşiğindeydi. Önünde
koridor uzayıp gidiyor, banyo ile son buluyordu. Banyonun kapısı açıktı. Duvardaki
ayna belli belirsiz yansıyordu. Koridordan banyonun karanlığına sızan zayıf ışık
aynada solukça tutunuyordu. Ayaklı lavabo banyonun karaltısı içinde zar zor
görünüyordu. Her iki nesne de simsiyah bir tuvaldeki koyu gri birer gölge
gibiydi. Var ile yok arası…
Bir gece yarısı, karanlık bir
düşten karanlık bir odaya uyandığı bir gece yarısı, banyoya gidip yüzünü yıkadıktan
sonra aynanın karşısında gözlerine sabitlenip hipnoza uğramışçasına öylece bakıp
kaldığı o olay geldi aklına. Gözlerini aynadaki gözlerinden zar zor kurtarıp
da sağa doğru hafifçe kaydırınca karanlık koridorun aynadaki ürpertici yansımasını
görmüştü omzunun üzerinden. Sonra geriye dönüp banyonun ışığını kapatmış, yersiz
ve anlamsız bir cesaretle koridora dalmıştı, yatak odasına geçip uykuya atlamak varken. Karanlıkta ezbere atılan adımlarla ilerleyip salona geçmiş, pencere
karşısındaki yüksek arkalıklı koltuğa oturmuş, bir süre karanlığı solumuş,
neden sonra koltukta uyuyakalmıştı. Sabahın erken saatinde gözlerini zorla açtığında
önce ıslak camlar gözüne ilişmiş, gece yağmur yağdığını anlamış, ama yatağında
değil de koltukta uyandığını fark ettiğinde buz gibi şaşkınlık geçirmişti.
Zihninde fotoğraf kareleri gibi dönen birtakım görüntülerin rüya mı gerçek mi
olduğuna karar verememişti. Karmakarışık olmuş zihnini daha fazla zorlamamış, sabahın
çiğliğine daha fazla katlanmak istemediği için yatağına gidip tekrar
uyumuştu. Sabahlardan nefret ediyordu.
Mutfaktaki sesle yüzleşmek
üzereyken aklına düşen bu kırık dökük silik bulanık anı parçacıkları ona biraz
soluklanma ve cesaretini toplama fırsatı vermişti. Salon kapısının tahta
eşiğini tuttu, sıkıca kavradı. Diğer eli sert bir yumruk halini aldı. Avuçları ince
ince acımaya başladı. Kapı eşiğine iyice yanaşmış, adeta oraya sinmişti. Henüz görüş
alanına girmemiş olan mutfağın kapısı, salon kapısının hemen sol yanındaydı. Kaçtığı,
kaçındığı şeye artık çok yakındı.
Koku takıntısı diye bir şey var
mıydı? Pek görkemli takıntılarına bir de koku takıntısı mı eklenmişti? Her evin kendisine özgü bir kokusu
olur. Neden? Nereden gelir? Eşyalardan mı? Başka bir yere taşınırsın, koku da
değişir sanki. Anlam veremezsin. Bir süre sonra da unutursun kokuyu. Zaman
geçer. Yol gitmek çıkar bahtına. Evinden bir süreliğine ayrı kalırsın. Sonra dönersin.
Koku seni karşılar ve unutuldu sanılan her şeyi tek tek anımsatır. Film şeridi
gibi gözlerinden geçer yaşananlar. Bazen tanıdığın birisine ait saç spreyinin
kokusu bile o kişiyle birlikte yaşananları, bölük pörçük de olsa, zihninin perdesine
yansıtıverir. İz bırakan birtakım önemli konuşmalar yinelenir kulaklarında.
Geçmişe hızlı ve özensiz bir yolculuk yapmış gibi olursun.
Market poşetliğinden el çektirilip
çöp poşetliği görevine getirilmiş olan torbanın sıkı sıkıya kapalı ağzına baktı
zihni bu düşüncelerle meşgulken. Mutfaktaki sandalyede oturmuş yorgun argın düşünüyordu.
Yüreğe jilet kesiği gibi bir acı salan anımsatmalara neden olacağını düşündüğü tüm
kokuları torbaya tıkmıştı. Evin kokusunu ne yapacaktı peki? Evini de torbaya
tıkıştıramazdı ya!
Yüzleşmeye hazırlanmak
yüzleşmekten de zordur. Zordu. Zormuş.
Bir adım daha attı. Sonunda mutfağın
kapısındaydı. Gözlerini kısarak kaçamak bir bakış fırlattı içeriye. Mutfak, ayrıntılardan
yalıtılmış olarak şöyle bir parladı söndü. Kameranın merceğini elle kapatıp
sonra birden açınca ekranda oluşan parlama-sönme ve hemen ardından görüntünün geri
gelmesi gibi, mutfak çaktı ve söndü göz merceğinde.
Görüntü netleşince bakışlarını
tedirgince gezdirdi, gezdirdi, gezdirdi. Gözleri dönüp dolaşıp bir nesneye
takıldı. Bulaşıklıktan yukarı doğru uzanan bir karışlık bir çıkıntı. Siyah bir
çıkıntı, bulaşıklığın bir parçası olmayan. Bir yanı düz, diğer yanı eğrili.
Diklemesine oraya bırakılmış. Siyah çıkıntının aşağısında uzanan ve ancak
yarısı görülebilen parlak bir nesne. Metalden yapılma. Metalik gri. Yarısı
siyah, yarısı metalik gri bir nesne. Bu, bir bıçak… Bıçaktı.
“Beni al.”
Ev, bazen en güvenli yerlerden
biriymiş gibi durmaz. Kaçmak istersin ama yine aynı yere, evine sığınırsın. Bunu
deneyimlemek zordur. Zordu. Zormuş.
Kaçmak… En iyi bildiği şeydi.
Dururken bile öylece ayakta, insanların gözlerinin içine içine bakarken, ciddi
ciddi konuşurken onlarla, aslında delicesine kaçardı o. Kimse anlamazdı. Özünü
asla bilmedikleri bir varoluşun sadece kabuğuyla konuştuklarının farkında
değillerdi. Kabuk, öz ile ilgili hiçbir ipucu vermiyordu. Kozayı kelebeğin
kendisi sanıyordu herkes. Maskeyi gerçek yüz bellemişlerdi. Kuşkuya yer
bırakmayacak ölçüde ustaca oynanan büyük bir oyundu onunki. Dıştan bakıldığında öylece duruyormuş gibi görünürken aslında içten içe kaçıyor olmaktı en büyük yeteneği.
Kaçmış olmaktı herkesten ve her şeyden.
Ama o gün, o evde, o çok özel duyuş
ve algılayış anında kaçmadı. İkinci kez. Gerçekten. Bununla yaşamaya alışacaktı.
Bu kadar çabuk dik duruşa geçmiş olmasına şaşırdı. Evet, dik duracaktı, yeri
gelince diklenecekti.
“Oksijen soluduğumuz için hem
yaşar hem de çürürüz.”
Bir yerde mi okumuştu, birisinden
mi duymuştu? Önemi yoktu. Aklına düşmüştü bir yerlerden. Hem yaşamak hem ölmek…
Kokularla, yani kokuların anımsattığı tüm acı anılarıyla yaşayacaktı ve ölecekti.
Kabul etmeyecekti. Kabullenecekti. İkisi arasındaki farkı ayrımsayabilecek
bilinç düzeyini koruyordu her şeye karşın. Kabullenmekti tek çare. Ne kadar uç
ve karmaşık, garip ve sıradışı, şaşırtıcı ve gerçeküstü olursa olsun… Kendisine
aitti hepsi, onun gizli tarihiydi. Herkeste var olan fakat saklı tutulduğu için
ya da yutulup sindirildiği için; paylaşılmadığı için bilinmeyen, açığa çıkmayan
o kişisel gizli tarih, tarihler… Saklamanın erdem sayıldığı; dürüst ve açık
sözlü olunmadan erdemli olunamayacağının göz ardı edildiği bir toplumsal düzende
anlatmak, anlatıcı olmak…
Kabullenecekti yeniden ve anlatacaktı
kendisinin olanları yine.
Kabul…
“Beni al.”
Aklını kaçırdığını sandı ilkin.
Korktu. Dudakları inceldi, dişleri takırdadı. Korkusu katılaştı, boğazından
sertçe inerek midesine çöreklendi.
Bıçak konuşuyordu! Bu nasıl
olurdu? Alınmak istiyordu! Niye alınmak istiyordu? Alınırsa başka bir şey daha
söyleyecek miydi? Bir şey daha isteyecek miydi? Kes…
“Kes! Tüm soruların yanıtlarını
çok iyi biliyorsun. Aklının sana oyun oynadığını sanıyorsun. Asıl sen,
aklına oyun oynuyorsun. Soru üstüne soru sorarak gerçeğin üstünü örtüyorsun. En
iyi bildiğin şeyi yapıyorsun, kaçıyorsun. Kapının eşiğinde şaşkınlıktan taşlaşmış vaziyette kıpırdamaksızın dikilirken bile aslında delicesine kaçıyorsun. Kaçmanın bir sonunun
olmadığını bile bile görmezden, duymazdan geliyorsun. Serbest bırak algılarını.
Gör bu kez, duy bu kez, kaçınma, kaçma!” dedi sağduyusu.
Duydu. Durdu. Kaçmadı. İlk kez.
Yüzleşti.
Çağrının ne olduğunu biliyordu. Bildiğini
biliyordu. Çağrıya uyup uymamak değil, ondan kaçmaktı tek sorun. Onu yok
saymaktı. Çağrıya uyup uymamak ona kalmıştı. Ondan istenen asıl şey, çağrıyı
duymasıydı. Kendisinin de artık duyanlardan biri olduğunu bilmesi, saklamaması,
bu gerçekten kaçmamasıydı asıl istenen. Başka duyanların da olduğunu; onların neler
düşünmüş ve hissetmiş olduklarını da biliyordu artık. Bu duygudaşlığa vâkıftı.
Bıçak aracılığıyla iletilen çağrıyı kabul
etmedi. Var olduğunu kabullendi. Kabul etmek - kabullenmek. İkisi arasındaki
farkı ilk kez açık seçik görebilmişti. Yaşamına kaldığı yerden devam edecekti.
Bu kadar çabuk dik duruşa geçmiş olmasına şaşırdı. Evet, dik duracaktı, yeri
gelince diklenecekti. Gerçeği, gerçeğini reddetmeyecekti.
Kabul…
Zamanında doğru karar verilerek
ulaşılan bir kabul, yıllar sonra başka bir kabule kapı açmıştı.
Yıllar sonra kapıdan içeri buyur
edilen bir kabul, önceki kabulü anımsatmıştı.
İki kabul arasında yaşanan ne
varsa, hüzünlü bir şenlikti sadece.