9 Eylül 2013

KABUL


Kabul, bazen iki seçeneğin bireşimidir.


Asansörü tercih etti uzun bir süreden sonra. Elinde ağır bir bavul vardı. Merdivenlerde çok ses çıkarırdı. Fark edilmek istemiyordu. Asansörle ikinci kata çıktı. Oturduğu dairenin kapısına yöneldi. Cebinde bir şey şakırdadı. Elini cebinden çıkardı. Anahtar. Parlaklığı yer yer dökülmüş bir anahtar. Döküntü parlaklığı kapıdaki deliğe itti. İki kere çevirdi. İki, iyi bir sayıydı. Güven veriyordu.
Kapı açıldı. Koku… Ne güçlü bir duyu! Koku, unutturmuyordu. Koku, hafızanın en güçlü besiniydi. Koku, ne çok şeyi çağırıyordu yüzeye, karanlığın derinliğinden. Koku, unutulmuyordu. Yaşananları tek tek saklıyor, ilk solunmada hepsini hızla zihin perdesine yansıtıyordu. Koku, sadece koku değildi.
İçeri girdi, kapıyı kapattı. Anahtarı deliğe sürdü. İki kere kilitledi.
Bavulunu yere bıraktı. Mutfak tam karşıdaydı. Koridor solda. Sola yöneldi, koridorda birkaç adım attı. Durdu. Sağ omzuyla duvara yaslandı. Sürtünerek yavaş yavaş yere çöktü. Bacakları sola kıvrılmış halde yere oturdu. Başını göğsüne doğru eğdi, eğdi, eğdi. Utanır gibi. Sol elini yüzüne götürdü. Ağladı.

Merdivenleri tercih etti uzun bir süreden sonra. Apartmanda herkes asansörü kullanıyordu. Merdivenler, birileriyle karşılaşmamak için daha uygundu. İkinci kata çıktı. Oturduğu dairenin kapısının önünde durdu. Cebinde bir şey şakırdadı. Elini cebinden çıkardı. Anahtar. Parlak bir anahtar. Parlaklığı kapıdaki deliğe itti. Üç kere çevirdi. Üç, iyi bir sayıydı. Güç veriyordu.
Kapı açıldı. Ses… Mutfaktan biri sesleniyordu. Ne diyordu? Soruların sırası yanlıştı. Neden hep sonrakiler öncekilere çalım atıyordu yaşamında? Yollar niye tersinden yürünüyordu? Oysa ilk soru şu olmalıydı: Kim? Evde kendisinden başka kimse yaşamıyordu. O halde kim?
Ses yinelendi. Tüyleri diken diken oldu, bedenine dikenler battı. Kapının eşiğinde çakılı halde öylece duruyordu. Her zamanki gibi yüzü yanıyor, elleri soğuyor, dili ekşiyor, midesi kasılıyor, bacakları karıncalanıyor, ayak parmakları içe doğru bükülüyordu. Kendisine seslenilmesinden çok sesin niteliğinden ürpermişti. Derinlerden gelen, derinlere davet eden bir ses... Efsunlu, sisli, nemli ses... Yosunlu, kaygan, akışkan...
Puslu bir ormanın serin derinliklerinde yüce bir ağaç devrilirken köklerden kopan çatırtı… Sert rüzgarların kol gezdiği uzun bir gecede pencere pervazındaki küçük boşluktan evin içine sızan ıslık... Yokuşun sonuna varmaya az bir mesafe kala ansızın çatlayan bir atın dermansız göğsünde debelenen inilti... 
Titredi ve silkindi. Anlık sersemliğini yenip kapıyı hızla kapattı. Anahtarı deliğe sürdü. Üç kere kilitledi. Mutfak tam karşıdaydı. Koridor sağda. Sese yönelmemek için mutfağa bakmadan hızla sola ilerledi, salona attı kendisini. Yüksek arkalıklı koyu sarı koltuğa oturdu. Koltuğun koyu kahve renkli ahşap kolçaklarını sıkıca kavradı. Bırakırsa ölecekmiş gibi hissediyordu. Tutunursa kurtulacakmış gibi...
Tavanda bir girdap açılmıştı sanki. Yukarı doğru güçlü bir çekim hissediyordu. Yerçekimi, yerini gökçekimine bırakmıştı. Korkusu ağırlaştıkça bedeni hafifliyor gibiydi. Kolçaklara daha sıkı yapıştı. Avuç içleri basınçtan patlıyordu. Sesi duymamak, sese uymamak için avuç içlerini feda ediyordu. Duymamak mümkün müydü? Ya uymamak?
Çenesi titredi, kulaklarına uğultular saplandı, burun delikleri nemlendi, kaşları yay gibi gerildi, gözleri bulutlandı. Ağladı.

Koridorda yere çökmüş vaziyette ne kadar süre oturup ağladığını bilmiyordu. Duvara sürtünerek çöktüğü yerden yine sürtünerek doğruldu. Koku hâlâ evin içinde kol geziyordu. Hızla dönen film kareleri gibi yansıtıp anımsatıyordu yaşananları. Koku, her soluk alışta hafızasını daha çok besliyor büyütüyordu. Unutuldu sanılan yaraların kabuklarını soyuyordu tırnaklarıyla. Toprağa gömülü gizleri sulayıp yeşertiyordu. Uzak denizlerdeyken daha da uzaklara sevdalanarak pusulasını şaşırıp da kaybolmuş bir gemiden denize bırakılmış haberci şişeler vuruyordu sisli sahillere. Açıyordu hepsini tek tek; sarı kağıtlara karalanmış çığlıkları okuyordu. Bağırmak istiyordu sesi kısılana kadar; bağırmasının şiddetinden durmasını dünyanın. Göğüs kafesini kırıp dışarı çıkmak için çırpınıyordu yüreği, bir kuş gibi. Kaçmak istiyordu. 
Koku, keskin bir korku sıkıyordu damarlarına. Damar damar yanıyordu bedeni. Koku, korku olmuştu artık. Korkusu o kadar çok yoğunlaşmıştı ki somutlaşıp dokunulabilir bir niteliğe bürünecekti sanki. Olduğu yerde donup kalmıştı. Kıpırdayamıyordu. Bedeninin varlığını bile zor duyumsuyordu.

Koltuğa çivilenmiş vaziyette ne kadar süre oturup ağladığını bilmiyordu. Mutfaktan gelen o ses azar azar cılızlaşmıştı. Bir sözcüğü arka arkaya defalarca tekrarlayınca anlamın zayıflaması gibi, ses de ağırlığını yitirmişti sanki. İçe işleyen, baş döndüren, karşı konulamayan niteliğinden uzaklaşmıştı. Şiddetli bir sağanaktan epey sonra yağmur sularının yavaş yavaş çekilmesi gibi, şırıldıyordu ama gürüldemiyordu.
Gerilim yüklü ortamın bu beklenmedik yumuşaması, kısa bir soluklanma sağlamıştı ona. Yalancı bir rahatlamanın kısacak yanılsamasında.

Bedenini çevreleyen ve katılaşmaya başlayan ko(r)ku sarmalından bir gayretle kurtuldu. Koridordan salona geçti kaçar gibi. Sarı koltuğa baktı. Oturmak istemedi. Anımsamıştı. Bilmişti. Bu, çok önceydi. Uzun zaman önce yaşanmış bir şeydi. Bu kez ihtiyacı yoktu. Oturmadı.
Koku…
"Bir an önce pencereleri açmalıyım." dedi. Burnu zamanla kokuya alışacak, duyarsızlaşacaktı; ama o yine de işini garantiye almak istedi. Koku ne kadar çabuk yitip giderse o kadar iyi olacaktı kendisi için. Odaları hızla dolandı. Tüm pencereleri tek tek açtı. Mutfakta ise pencereyle yetinemezdi. Balkon kapısını da açtı. Hava akımı evin içinde dolanmaya, yoğunlaşmayı dağıtmaya başlamıştı. Koku, etkisini yitiriyordu yavaş yavaş. İçe işleyen, baş döndüren, karşı konulamayan niteliğini yanına alıp gitti bir süre sonra.

Uzun süredir kolçaklarına sertçe yapıştığı koltuktan artık kalkması gerektiğini düşündü. Gerçekten kendisi mi düşünmüştü? Yoksa kulağına mı fısıldanmıştı? Birinci seçeneğin doğru olmasını umarak yerinden yavaşça doğruldu. Dizleri kütürdedi. Tüm bedeni ter içindeydi. Kısa bir süreliğine çevresine bakındı amaçsızca. Büyük küçük nesnelere göz gezdirdi. Bir karıncalanma hissetti sonra, ellerine baktı. Avuçlarında birbirine koşut ikişer çizgi oluşmuştu. Kıpkırmızı avuçlarda bembeyaz çizgiler… Kolçakları uzun süre sıkıca tutmaktan parmakları kaskatı kesilmişti. Hiçbirini oynatamıyordu. Aniden buz gibi bir korku çöreklendi yüreğine. Sesi bile unutturan bir korku…
Uğraştı. İki elini birbirine yaklaştırdı; parmaklarının öylece birbirini itmesini sağladı. Birbirine değerek içe doğru bükülen parmaklarında yanma hissi uyandı. Kan dolaşımı uzun süreliğine azaldığı için uyuşan ve hissizleşen parmakları damar damar yanıyordu. Damarlarına sıvılaştırılmış ateş basılıyordu sanki. Parmak uçlarına yıldırımlar düşüyordu. Kollarını şöyle bir uzatsa karşıya doğru, şimşekler çıkacaktı sanki ellerinden.
İtme ve çekme egzersizi işe yaramıştı. Parmaklarını oynatabiliyordu artık. Önce yavaş yavaş kapatıp açtı, sonra hızlı hızlı. “İnsan sadece bunu yapabildiği için bile şükretmeli.” diye düşündü. Ferahlaması kısa sürdü. Mutfaktaki o ses, neden sonra belli etti kendisini yine. Parmaklarının derdine düştüğünden unutmuştu onu. “Onca çaba bunun için miydi?” diye düşündü.

Kokuyu burnunun hafızasından da temizlemek için mutfak balkonuna çıktı. Derin derin soluk alıp verdi. Kendi kendisine, “Bir dahaki sefere bu balkona çıkıp derin bir soluk aldığında birçok şey yaşamış, düşünmüş ve yazmış olacaksın.” dediğini anımsadı. Birçok şey yaşamış, az düşünmüş, hiçbir şey yazmamıştı.
Balkondan ayrılıp mutfağa geri döndü. Boş duran bulaşıklığa baktı. Boş bırakmaktaki kararlılığını takdir etti. Çekmecede biriktirdiği market poşetlerinden en büyüğünü aldı. Yatak odasına geçti. Bitmemiş olmasına rağmen parfümlerini toplayıp poşete attı. Bavulunda da parfüm ve deodorant bulunduğunu anımsadı. Onları da alıp aynı poşetin içine tıktı. Poşetin ağzını bağladı. Çabuk bağlanabilen bu market poşetlerinin uygarlık tarihinin en önemli buluşlarından biri olduğunu düşündü. Başka şeyler düşünmemek için bunu düşündü.
Çalışma odasına girdi. Masanın üzerindeki kolonya şişesini alıp lavaboya gitti. Çeşmeyi açtı. Şişenin kapağını açıp kolonyayı lavaboya akıttı. Boşalan şişeyi iyice sudan geçirdi. Gözü sıvı sabuna ilişti. Kapağını açtı, kutuyu ters çevirdi. Sabun ağır ağır akıyordu. “Tembel şey!” Plastik kutuyu hırsla ortasından sıktı. Sıvı sabun balon gibi şişerek lavaboya düştü. Eriyerek suya karıştı. 
Terlemişti. Lavaboya eğilip yüzünü yıkadı. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yorgun yüzünde yol yol akan su damlalarını izledi ölgün bakışlarla. Çeşmenin başını çevirdi ağır ağır, suyun akışı kesildi. Sol eli lavabonun kenarını, diğeri çeşme başını tutarken bedeninin belden yukarısı hafifçe öne eğildi. Solgun yüzünde yol bulup akan su damlaları çenesinden lavaboya atlıyordu. “Atlamak güzel şey!” diye düşündü. “Atlatmak da öyle!”
Bu anı daha önceden yaşamış gibi oldu. Gözlerini kırpıştırdı. Islak parmaklarını gözkapaklarıyla kaşlarının arasına dokundurdu. Hafifçe bastırıp her iki yana kaydırdı. Şakaklarının üzerinden geçirerek geriye doğru çekti. Aynaya baktı. Kısa bir bakış… O an öyle olması uygun görüldüğü için kısa tutulmuş bir bakış…

Salondan mutfağa geçmeye karar vermişti sonunda. Ses ile yüzleşecekti, sesin sahibiyle. Bir an duraksadı. Hangisiyle yüzleşmenin daha güç olacağını düşündü. Kolay olanı öne almak gerekirdi. Ya da kendisini güç olana alıştırıp kolay olanı bir lokmada yutmalı mıydı? Bu, delilik miydi? Bir sesi anlama işini böylesine karmaşıklaştırmak… Yazarı da oyuncusu da izleyicisi de aynı kişi olan acayip bir tiyatro oynanıyordu tam da o an. Gerçekte neyi öğrenmek istiyordu?
Bilmediği, bilmediğini söylerken gerçekte bilip de bilmezden geldiğini çok iyi bildiği bir şeyle ilgili sağlıklı hiçbir öngörüsünün olamayacağını biliyordu. Stratejiden vazgeçti. Bir adım attı, sonra ikincisini. Üçüncü adım. İşte, salon kapısının eşiğindeydi. Önünde koridor uzayıp gidiyor, banyo ile son buluyordu. Banyonun kapısı açıktı. Duvardaki ayna belli belirsiz yansıyordu. Koridordan banyonun karanlığına sızan zayıf ışık aynada solukça tutunuyordu. Ayaklı lavabo banyonun karaltısı içinde zar zor görünüyordu. Her iki nesne de simsiyah bir tuvaldeki koyu gri birer gölge gibiydi. Var ile yok arası…
Bir gece yarısı, karanlık bir düşten karanlık bir odaya uyandığı bir gece yarısı, banyoya gidip yüzünü yıkadıktan sonra aynanın karşısında gözlerine sabitlenip hipnoza uğramışçasına öylece bakıp kaldığı o olay geldi aklına. Gözlerini aynadaki gözlerinden zar zor kurtarıp da sağa doğru hafifçe kaydırınca karanlık koridorun aynadaki ürpertici yansımasını görmüştü omzunun üzerinden. Sonra geriye dönüp banyonun ışığını kapatmış, yersiz ve anlamsız bir cesaretle koridora dalmıştı, yatak odasına geçip uykuya atlamak varken. Karanlıkta ezbere atılan adımlarla ilerleyip salona geçmiş, pencere karşısındaki yüksek arkalıklı koltuğa oturmuş, bir süre karanlığı solumuş, neden sonra koltukta uyuyakalmıştı. Sabahın erken saatinde gözlerini zorla açtığında önce ıslak camlar gözüne ilişmiş, gece yağmur yağdığını anlamış, ama yatağında değil de koltukta uyandığını fark ettiğinde buz gibi şaşkınlık geçirmişti. Zihninde fotoğraf kareleri gibi dönen birtakım görüntülerin rüya mı gerçek mi olduğuna karar verememişti. Karmakarışık olmuş zihnini daha fazla zorlamamış, sabahın çiğliğine daha fazla katlanmak istemediği için yatağına gidip tekrar uyumuştu. Sabahlardan nefret ediyordu.
Mutfaktaki sesle yüzleşmek üzereyken aklına düşen bu kırık dökük silik bulanık anı parçacıkları ona biraz soluklanma ve cesaretini toplama fırsatı vermişti. Salon kapısının tahta eşiğini tuttu, sıkıca kavradı. Diğer eli sert bir yumruk halini aldı. Avuçları ince ince acımaya başladı. Kapı eşiğine iyice yanaşmış, adeta oraya sinmişti. Henüz görüş alanına girmemiş olan mutfağın kapısı, salon kapısının hemen sol yanındaydı. Kaçtığı, kaçındığı şeye artık çok yakındı.

Koku takıntısı diye bir şey var mıydı? Pek görkemli takıntılarına bir de koku takıntısı mı eklenmişti? Her evin kendisine özgü bir kokusu olur. Neden? Nereden gelir? Eşyalardan mı? Başka bir yere taşınırsın, koku da değişir sanki. Anlam veremezsin. Bir süre sonra da unutursun kokuyu. Zaman geçer. Yol gitmek çıkar bahtına. Evinden bir süreliğine ayrı kalırsın. Sonra dönersin. Koku seni karşılar ve unutuldu sanılan her şeyi tek tek anımsatır. Film şeridi gibi gözlerinden geçer yaşananlar. Bazen tanıdığın birisine ait saç spreyinin kokusu bile o kişiyle birlikte yaşananları, bölük pörçük de olsa, zihninin perdesine yansıtıverir. İz bırakan birtakım önemli konuşmalar yinelenir kulaklarında. Geçmişe hızlı ve özensiz bir yolculuk yapmış gibi olursun.
Market poşetliğinden el çektirilip çöp poşetliği görevine getirilmiş olan torbanın sıkı sıkıya kapalı ağzına baktı zihni bu düşüncelerle meşgulken. Mutfaktaki sandalyede oturmuş yorgun argın düşünüyordu. Yüreğe jilet kesiği gibi bir acı salan anımsatmalara neden olacağını düşündüğü tüm kokuları torbaya tıkmıştı. Evin kokusunu ne yapacaktı peki? Evini de torbaya tıkıştıramazdı ya!

Yüzleşmeye hazırlanmak yüzleşmekten de zordur. Zordu. Zormuş.
Bir adım daha attı. Sonunda mutfağın kapısındaydı. Gözlerini kısarak kaçamak bir bakış fırlattı içeriye. Mutfak, ayrıntılardan yalıtılmış olarak şöyle bir parladı söndü. Kameranın merceğini elle kapatıp sonra birden açınca ekranda oluşan parlama-sönme ve hemen ardından görüntünün geri gelmesi gibi, mutfak çaktı ve söndü göz merceğinde.
Görüntü netleşince bakışlarını tedirgince gezdirdi, gezdirdi, gezdirdi. Gözleri dönüp dolaşıp bir nesneye takıldı. Bulaşıklıktan yukarı doğru uzanan bir karışlık bir çıkıntı. Siyah bir çıkıntı, bulaşıklığın bir parçası olmayan. Bir yanı düz, diğer yanı eğrili. Diklemesine oraya bırakılmış. Siyah çıkıntının aşağısında uzanan ve ancak yarısı görülebilen parlak bir nesne. Metalden yapılma. Metalik gri. Yarısı siyah, yarısı metalik gri bir nesne. Bu, bir bıçak… Bıçaktı.
“Beni al.”

Ev, bazen en güvenli yerlerden biriymiş gibi durmaz. Kaçmak istersin ama yine aynı yere, evine sığınırsın. Bunu deneyimlemek zordur. Zordu. Zormuş.
Kaçmak… En iyi bildiği şeydi. Dururken bile öylece ayakta, insanların gözlerinin içine içine bakarken, ciddi ciddi konuşurken onlarla, aslında delicesine kaçardı o. Kimse anlamazdı. Özünü asla bilmedikleri bir varoluşun sadece kabuğuyla konuştuklarının farkında değillerdi. Kabuk, öz ile ilgili hiçbir ipucu vermiyordu. Kozayı kelebeğin kendisi sanıyordu herkes. Maskeyi gerçek yüz bellemişlerdi. Kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde ustaca oynanan büyük bir oyundu onunki. Dıştan bakıldığında öylece duruyormuş gibi görünürken aslında içten içe kaçıyor olmaktı en büyük yeteneği. Kaçmış olmaktı herkesten ve her şeyden.
Ama o gün, o evde, o çok özel duyuş ve algılayış anında kaçmadı. İkinci kez. Gerçekten. Bununla yaşamaya alışacaktı. Bu kadar çabuk dik duruşa geçmiş olmasına şaşırdı. Evet, dik duracaktı, yeri gelince diklenecekti.
“Oksijen soluduğumuz için hem yaşar hem de çürürüz.”
Bir yerde mi okumuştu, birisinden mi duymuştu? Önemi yoktu. Aklına düşmüştü bir yerlerden. Hem yaşamak hem ölmek… Kokularla, yani kokuların anımsattığı tüm acı anılarıyla yaşayacaktı ve ölecekti. Kabul etmeyecekti. Kabullenecekti. İkisi arasındaki farkı ayrımsayabilecek bilinç düzeyini koruyordu her şeye karşın. Kabullenmekti tek çare. Ne kadar uç ve karmaşık, garip ve sıradışı, şaşırtıcı ve gerçeküstü olursa olsun… Kendisine aitti hepsi, onun gizli tarihiydi. Herkeste var olan fakat saklı tutulduğu için ya da yutulup sindirildiği için; paylaşılmadığı için bilinmeyen, açığa çıkmayan o kişisel gizli tarih, tarihler… Saklamanın erdem sayıldığı; dürüst ve açık sözlü olunmadan erdemli olunamayacağının göz ardı edildiği bir toplumsal düzende anlatmak, anlatıcı olmak…
Kabullenecekti yeniden ve anlatacaktı kendisinin olanları yine.
Kabul…

“Beni al.”
Aklını kaçırdığını sandı ilkin. Korktu. Dudakları inceldi, dişleri takırdadı. Korkusu katılaştı, boğazından sertçe inerek midesine çöreklendi.
Bıçak konuşuyordu! Bu nasıl olurdu? Alınmak istiyordu! Niye alınmak istiyordu? Alınırsa başka bir şey daha söyleyecek miydi? Bir şey daha isteyecek miydi? Kes…
“Kes! Tüm soruların yanıtlarını çok iyi biliyorsun. Aklının sana oyun oynadığını sanıyorsun. Asıl sen, aklına oyun oynuyorsun. Soru üstüne soru sorarak gerçeğin üstünü örtüyorsun. En iyi bildiğin şeyi yapıyorsun, kaçıyorsun.  Kapının eşiğinde şaşkınlıktan taşlaşmış vaziyette kıpırdamaksızın dikilirken bile aslında delicesine kaçıyorsun. Kaçmanın bir sonunun olmadığını bile bile görmezden, duymazdan geliyorsun. Serbest bırak algılarını. Gör bu kez, duy bu kez, kaçınma, kaçma!” dedi sağduyusu.
Duydu. Durdu. Kaçmadı. İlk kez.
Yüzleşti.
Çağrının ne olduğunu biliyordu. Bildiğini biliyordu. Çağrıya uyup uymamak değil, ondan kaçmaktı tek sorun. Onu yok saymaktı. Çağrıya uyup uymamak ona kalmıştı. Ondan istenen asıl şey, çağrıyı duymasıydı. Kendisinin de artık duyanlardan biri olduğunu bilmesi, saklamaması, bu gerçekten kaçmamasıydı asıl istenen. Başka duyanların da olduğunu; onların neler düşünmüş ve hissetmiş olduklarını da biliyordu artık. Bu duygudaşlığa vâkıftı.
Bıçak aracılığıyla iletilen çağrıyı kabul etmedi. Var olduğunu kabullendi. Kabul etmek - kabullenmek. İkisi arasındaki farkı ilk kez açık seçik görebilmişti. Yaşamına kaldığı yerden devam edecekti. Bu kadar çabuk dik duruşa geçmiş olmasına şaşırdı. Evet, dik duracaktı, yeri gelince diklenecekti. Gerçeği, gerçeğini reddetmeyecekti.
Kabul…

Zamanında doğru karar verilerek ulaşılan bir kabul, yıllar sonra başka bir kabule kapı açmıştı.
Yıllar sonra kapıdan içeri buyur edilen bir kabul, önceki kabulü anımsatmıştı.
İki kabul arasında yaşanan ne varsa, hüzünlü bir şenlikti sadece.