11 Haziran 2013

GEÇMİŞİM OLMAYAN ŞEHİRLERDE


Geçmişinden kaçarken geçmiş zamanlara tutkulanan bir adamdı.



Tek bir sokağını bile bilmediğim şehirlere gittim. Otobüsten iner inmez daldım beni çağıran ilk sokağa. Sokakları birbirine bağladım. O sokakların nereye çıkacağını bilmediğim halde bilirmişçesine yürümenin hazzını çok az şeyde bulmuşumdur.
Gezinmelerim bir akışa bırakıştı kendimi. Kalabalığa ya da tenhalığa, yeniye ya da eskiye doğru… Ayaklarım nereye götürürse o yöne… Tanışalı henüz bir saat bile olmamışken kendimi koşulsuzca teslim ederdim şehre. Hiçbir plan yapmadan, bir şey seçmeden rastgele yürürdüm geçmişim olmayan şehirlerin sokaklarında. Ruhuma seslenen her sokağın çağrısını anında kabul ederdim. Ayran gönüllü bir çapkın gibi, her sokağın gülümseyişine karşılık verir; uzattığı eli tutardım. Adımlarım kendi yolunu kendisi bulurdu. Bu kendiliğindenlik şehrin kabul etmesiydi beni. Bu yersiz, bu yurtsuz, bu kaçak, bu köksüz yolcuyu bir anne gibi bağrına basmasıydı.
Yurtsuzluğum en çok bu şehirlerde yoldaşlık ederdi bana. Hiçbir yere bağlanamayışımı, bitmeyen gurbetliğimi, kök salanlardan olamayışımı sadece bu şehirlerde ılık ılık hissederdim. Göçebelik ile sürgünlük arasında sallanan bir sarkaca iliştirdiğim hayatım, yalnızca bu şehirlerde avucuma düşer ve çırpınırdı bir kuş gibi. Kaçmazdı. Bu durum birçoklarına göre garipti ama benim gerçeğimdi. Tersten yürünen yol gibi, bu konudaki duyuşlarım da tersineydi. Tanıdık bildik yerler yurtsuzluğumu, göçebeliğimi, sürgünlüğümü ve kayıplığımı yüzüme vururken; geçmişim olmayan şehirler bu sıfatları onurla ve gururla taşınacak birer madalya gibi göğsüme iliştiriyordu. Hayatımın konuşlandığı yerlerde varlığımı kemiren, talan eden unvanlarım ise geçmişim olmayan şehirlerde cömert hayırseverlere dönüşüyordu. Tersyüz edilmiş sahnelerin oyuncusu, tersten yürünen yolun yolcusu olduğumu kabullendiğim ve kanıksadığım günden beri.
Bilmediğin bir şehirde sıfır geçmişle rastgele yürümek… Sanki yıllardır oradaymışım gibi… Kanatmayan, tam tersine ruhu okşayan bir paradoks… Sevilen ve benimsenen bir karşıtlık… Şehrin her yerini ezbere bilirmiş gibi, her türlü alışkanlığını çok önceden öğrenmiş gibi yürümek…  
Öyle sıcak bir içtenlik ve sevecenlikle karşılardı ki şehir beni, gözlerime bakan biri benim tam da bu şehrin bir çocuğu olduğumu sanabilirdi. Oysa gözlerimdeki ışıltı -tam tersine- o şehirde bir geçmişim olmadığı içindi. Paradoksların insanı her zaman keskin bir kılıçla ikiye bölmediğini bu şehirlerde yürürken öğrendim. Sivri uçların kıvrıldığını, bıçakların köreldiğini, kalkan ve zırha ihtiyaç duyulmayabileceğini… Gördüm bu şehirlerde. Maskesiz de yaşanabileceğini… Acıtmayan rollerin de olduğunu… Öğrendim bu şehirlerde.
Yürümek… Meydanlardan, caddelere, caddelerden sokaklara, sokaklardan kuytu köşelere, sonra tekrar meydanlara… Ne zaman nereye yöneleceği asla bilinemeyen, kestirilemeyen; tam da bu yüzden, öngörülür olmadığı için sevilen bu yürüyüşlerde zamanın derin ve serin soluğunu hissederim yüzümde. Aynılığı solumaktan ağırlaşmış ve dibe çökmüş olan ruhum, hafifler ve yeni kanatlarını kuşanır. Sözcüklerin art arda tekrarlanışıyla anlamlarını yitirmesi gibi bir durum söz konusu değildir bu şehirlerde. Tanıdık bildik yerlerdeki yazıların anlamlarını yitirişinden uzaktasındır. Bu yüzden tüm sokak ve dükkan tabelalarını, karşıma çıkan tüm yazıları tek tek okurum keyifle.
Toprağa gömülü duyuş ve düşünüşler filiz verir tek tek. Yeni anlatılar hayat bulur. Dorukların soğuğunda dondurduklarını çözen kalemim, baharda coşan ırmak gibidir. İdeologluğuna ara verir. Tatildedir. Tekdüzeliği, aynılaşmayı, sabitlenmeyi, kök salmayı, dal budak sarmayı, bir temel edinmeyi, temel üzerinde kat kat yükselmeyi, kökleşmek için katman katman derinlere inmeyi, biriktirimleri, gerektirimleri, bugünü harcayarak geleceği satın almayı, yığınak yapmayı, depolamayı, kiler doldurmayı, “bir” olmaktan vazgeçip iki olmayı, ikiye bölünmeyi, gen aktarımını dayatan bir sistem ile ezeli savaşını sadece bu şehirlerde bırakır kalemim. Burada savaş yoktur. Burada karınca olman için bir zorunluluk yoktur. Burası ağustos böceği olabileceğin yerdir.
Neden sonra şehrin insanları girer kadrajıma. Yanımdan yöremden geçip gidenlere ait öyküler yazarım onlardan izinsiz, habersiz. Duysalardı bu öykülerimi beğenirler miydi acaba? Başında rengi solmuş eski kasketi, elinde ağaç dalından bozma bastonuyla ağır aksak yürüyerek yanımdan geçerken bana sorgulayan gözlerle bakan yaşlı amca, pazar arabasını zar zor çekiştiren tülbentli teyze, pencereden sarkarak sokağı gözetleyen dağınık saçlı kadın, bisikletinin zinciriyle uğraşan genç, kapı önündeki kaldırım taşında çekirdek çitleyen kızlar, çember oluşturarak oturdukları kaldırım kenarında resimli kartlarla oyun oynayan çocuklar… Hepsi için öyküm vardır ve anında yazılır zihnimin sır kâtibince. Bir evin duvar dibine yanaşıp yaslanırım. Amaç dinlenmek değil, dinlemektir.
Her seferinde, önünde durakladığım evlerin pencerelerinden içeri bakarım çaktırmadan. Göz ucuyla bakıp da görebildiğim ayrıntılar üzerinden yazmayı sürdürürüm öykülerini. Eşyalar güvenilir tanıklardır. Unutmazlar, yalan söylemezler, çıkarları yoktur, açık sözlüdürler. Gelip geçen zamanın izlerini bir karşılık beklemeksizin sunarlar. Evler ne de çok anıyla yüklüdür, ne çok yaşamla… Basit sanılan en küçük eşyanın bile anlatacağı çok şey vardır.
Ben çok uzaklardayken, başka başka yerlerdeyken varlığından bile haberim olmayan bu şehrin sokaklarında, evlerinde ne çok şeyin yaşanmış olduğunu düşünürüm. Bilmediğim ne çok yaşam var. Benim hiçbir şeyden haberim yokken yaşanan ne çok şey… O an garip bir iştah ve açlık hissederim. Doyurulamayacak bir oburluğun insan ruhunda kazınıp duran açlığını… Tam da o an dünyanın sayısız yerinde yaşanmakta olan sayısız olayı bilme iştahı… Nice öykü yazılıyor her an. Nicesi başka başka öykülere karışıyor, nicesi başkalaşım geçiriyor, başka başka öykülere evriliyor. Nicesi bir noktada kesişiyor. Çoğu yazıya geçirilemediği için sırra kadem basıyor. İşte ben hepsini öğrenmek gibi karşılanması olanaksız bir istek duyarım. Kendimin sayısız kopyasını üretip dünyanın her yerine göndermek gibi çılgınca bir hayal kurarım. Yıllar önce buna “hayal gezenlik” adını taktığımı anımsanırım. Tek bir anda her yerde olmak… "Tüm hayal gezenlerim! Dağılın dünyanın dört bir yanına! Toplayabildiğiniz tüm öyküleri getirin bana! Hepsini istiyorum. Ne varsa yığın önüme, yığın! Yığınlardan bir dünya kurmak istiyorum."
Tarihi yapılarla karşılaştığımda tüm bu düşünceler daha da derinleşir, duygular kesifleşir. Onların tanıklığı çok daha fazladır çünkü. Yüzyılların değişim ve dönüşümlerini tek tek görmüşlerdir. Tanıdıkları ve tanıklıkları çoktur. Dünya durdukça ayakta kalmaya ant içmiş bir taş sütundur mesela. Önce durup izlerim. İlk kez karşılaştığım bir nesneye bakıyormuşçasına incelerim. İlk kez karşılaştığım bir nesne olduğuna kendimi inandırırım. İlk kez böyle bir nesne görüyorsun. Evet, ilk kez görüyorum. Ne kadar da büyüleyici! İnsanların böyle şeyler yapabildiğini bilmezdin. Evet, bilmezdim. Muhteşem, müthiş, harika! Taşın uzanabildiğim en yüksek noktasına parmak uçlarımla dokunurum sonra. Yumuşak bir dokunuş. Sanki kırılıverecek bir nesneymişçesine… Sonra avuç içimi değdiririm. Bilirim, avuç içinin değmediği hiçbir şey senin değildir. Avuç içinin değmediği hiçbir şey sana sırrını açmaz. Elimi aşağıya doğru yavaş yavaş sürürüm. Zamanın taş sütunda atmakta olan nabzını ararım. Bulduğum yerde durdururum elimi. “Çok, çok, çok…” diye atar zamanın kalbi. Taşı diken usta! Seni görüyorum. Sanatını takdir ediyorum. Gururlanıyorsun. Hakkındır. Ey taş sütun! Yüzyıllar boyunca gördüklerini görüyorum. Öykülerini yazıyorum bir bir. Çok uzak diyarlardan gelen bir kervan geçiyor sokaktan. Bohçalar ipek kumaşlarla dolu. Suculara gün doğdu. Susamış yolculara su veriyorlar. Parçalı taşlarla döşenmiş sokağın ortasından su akıyor. Zaman, avuç içimde atıyor. Çok, çok, çok…
Korna sesiyle irkilince zamanda yolculuk yapan ruhum ışık hızıyla bedenime döner. Tuzağa yakalanmış bir kuş gibi kanatlarını çırpıştırır. Yürüyüşüm kaldığı yerden devam eder. Zaman kavramına takıntılı derecede bağlı / bağımlı olmam kişiliğimin yapıtaşlarındandır. Zamana takık yazarlara ilgi duymam rastlantı olmasa gerek. Bu takıntıyı yadırgamam. Tam da bu yüzden her seferinde aynı düşünce başköşeye kurulur zihnimde. Tüm zamanların -tek bir taş sütunda olduğu gibi- tek bir noktada birikmesi, hiçbirinin birbirine karışmadan kendi özeli içinde sürüp gitmesi… Bu algı, uzun zaman önce gelip yerleşmiştir zihnime. Bir filmin tüm karelerinin aynı anda gösterimde olması, filmi izleyenin de aynı anda tüm sahneleri görebilmesi gibi bir şeydir.
Şehirlerin eski fotoğraflarına bakarken, görünen her ayrıntıya sevdalanışımın nedenlerini daha iyi anlarım. Günümüzde asla göremeyeceğimiz birçok şeyle doludur o fotoğraflar. Evlerin ve sokakların biçimleri, insanların giyimleri, diğer birçok nesne… O zamana ışınlanmayı delicesine arzularım. O zamana ait tek bir günü yaşabilmek için pek çok şey verebilirim. Bir mucize olur da o eski zamana ışınlanıverirsem heyecandan ölebilirim.

Bu düşüncelerin yoğunluğuyla ağır ağır ilerleyen yürüyüşüm döner dolaşır şehrin kalabalığıyla kesişir yine. Kalabalık mekanlar genellikle yeniyi ve bugünü yansıtır. Fazlasıyla şimdiye aittir. Eski yerleşimlerin bulunduğu sokaklar “çok zaman, az insan” barındırırken, bu yeni mekanlar “az zaman, çok insan” barındırır. Yeni olanı azımsayıp dışlamak gibi bir tavır takınmam. Eskiyi soluyan sokaklar ne kadar bu şehrin ise yepyeni ve yeniyetme olanlar da bu şehre aittir. Tüm anların tek bir taş sütunda bir olması gibi, her şey birdir şehirde. Anlardan yalnızca birini görmeye koşullanmak işleri kolaylaştırmak içindir. Bir kereliğine bu koşullanmadan çıkıldığında, gözlerdeki perdeler kalktığında görebilecek çok şey vardır.
Bazen bir gün, bazen birkaç gün kaldığım bu şehirlerden ayrılma vakti yaklaşınca tüm o huzur verici, dinlendirici duyuş ve düşünüşler yerini karmaşık ve karanlık olanlara bırakır. Bu dönüşün beni gurbet algısından uzaklaştırması gerekirken ben tam tersini hissederim. Tersten yürünen yol… Sanki memleketim o an bulunduğum şehirdir de gideceğim yer gurbettir. Yolları tersinden yürüyen, birçok şeyi tersinden yaşayan biri olduğum gerçeğini bilmek, beni bu dönüş anlarında yatıştırmaya yetmez. İçime serin serin sular dökülmez.
Bunun üzerinde çok düşünmüşümdür. Tek kişilik bir beyin fırtınası kurgulamış, çok kez fırtınaya tutularak savrulup gitmişimdir. Tanıdık bildik yerlerdeki uyumsuzluklarımın ve uyuşmazlıklarımın sebebi nedir? Geçmişim olmayan bir şehre adım attığım andan itibaren ayaklarım yerden kesilircesine sevinçle dolup taşmamın sebepleri tam olarak nedir? İlk kez gittiğim şehirleri önkoşulsuz sahiplenişim… Daha doğru dürüst görmeden sevip benimseyişim… Her ayrılışın meydana getirdiği o burkuntu… Döneceğim yerin bana ait bir geçmişi barındırması mıdır yoksa tek sorun? Bana ait olmayan, içinde benim bulunmadığım bir geçmişe mi tutkunum yalnızca? Tarihi yapılarda, eski nesnelerde ya da fotoğraflarda beni heyecanlandıran o geçmiş zamanlar, kendime ait olduğunda bunaltıya mı yol açıyor? “Ne yaman çelişki!” demek kurtarır mı insanı? Soru sormaktan alıkoyar mı? Başka geçmişlere böylesine sevdalıyken kendi geçmişimle barışık değil miyim? Geçmişimi barındıran yere dönecek olmak, barış ortamından savaş ortamına geçmek gibi algılandığı içindir belki de tüm huzursuzluğum. Dinmeyen bir susuzluk gibidir yol gitme arzum. Yollara düşmek belki de yalnızca aramak için değildir, kaçmak içindir. Benim olan bir geçmişten benim olmadığım bir geçmişe kaçmak için… Hiçbir şey bana yetişemesin diye… Kim bilir... Belki hepsi, belki de hiçbiri. Yol, tek bilinen yanıt; en büyük gerçek…
Otobüs hareket eder en sonunda. Geride kalan herkesi şanslı sayarım. Her dönüş yolculuğunda kalemimin özenle bilediği ucunun gırç gırç eden sesini duyarım. Bilirim, kalemim kısa süreliğine bıraktığı işine dönüş hazırlığına başlar. Döneceği yerde savaşacak yığınla yaptırım, dayatma, koşullandırma, hipnotizma, makineleşme vardır. Gazan mübarek olsun kalemim!
Yol… Bazıları için ucundakiyle anlamlı. Varmak için gidilen bir şey. Bitince güzel.
Yol… Bazıları için gidişle anlamlı. Gitmek için gidilen bir şey. Sürdükçe güzel.
Bu yazının da anlatacakları bitmiyor haliyle. Sürüp gidiyor. Bilinen anlamda bir sonu olmuyor. Sonu gelmiyor. Sonuç bölümü yazılamıyor. Sonuç çıkmıyor. Sürdükçe güzel.