Yerçekimi kadar gerçekti
denizçekimi
Biri yasaydı; çağrıydı diğeri
İlkokuldayken yerkürenin dörtte
üçünün denizlerle kaplı olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Öğretmenimizin
gülümseyerek “Şaka!” demesini beklemiştim o an, çocukça bir sabırsızlıkla. Doğru
muydu gerçekten? Gözlerim acil yanıt beklercesine daha da açılmıştı. Bütünü yarı
yarıya görmek gibi bir algılama biçimim vardı o zamanlarda. Bir bütünü
oluşturan iki parçanın da -peşinen- eşit büyüklükte olduğunu varsayardım. Parça-bütün
ilişkisini neden böyle yorumlardım, bilmiyorum. Belki de kolayıma geliyordu.
Kimi kavramları da “yarım - diğer
yarım” bağlamında algılardım. Özlemek diğer yarımın uzakta olmasıydı sözgelimi.
Bencillik diğer yarımı da istemekti. Paylaşmak yarımları birbirine sunmaktı.
Öğretmen masasındaki küreyi
görünce de karalar ile denizleri zihnimde yarı yarıya paylaştırılıvermiştim
hemen. “Dört üç”ü duyunca şaşırmamın nedeni, işte bu algılama biçimimdi. Öğretmenim
beni “Yani, karaların toplamı dünyanın ancak dörtte biri kadardır.”
sağlamasıyla yüzleştirince söylenenlerin şaka olmadığını anlamıştım. Masanın
üzerinde plastik bir yay içinde dönüp duran küre, bu bilgiyi doğrulamak
istercesine maviliklerini daha bir istekle gösteriyordu sanki. Zihinlerde
hiçbir kuşkuya yer bırakmak istemiyordu. “Bakın, ne güzel maviliklerim var
benim! Ne kadar da çok! Gökyüzümün ise tamamı mavidir. Artık samimi olduk. Biz
bizeyken ‘Mavi Gezegen’ deyin bana.”
Okuldan eve döndükten sonra
anneannemin hazırladığı öğle yemeğimi yemiş; televizyonun başına kurulmuştum.
Tabii ki ders çalışacaktım canım! Hele bir akşam olsun, annem babam da işten
dönsün, bakarız. Televizyonda bir korsan filmi oynuyordu şansıma. En
sevdiklerimdendi bu gözü pek ve gözü kara deniz adamlarının maceralarını
anlatan filmler. O yıllarda korsan sözcüğünün anlamını sanırım tam olarak bilmiyordum.
Belki de kendi anlamımı kendim yüklemiştim sözcüğe.
Diğer gemilere korku salan bu
korkusuz deniz adamlarının tehlikeli ve maceralı yaşamları beni içine içine çekiyordu.
Belki de onların tek derdi, denizleri birileriyle paylaşmak zorunda kalmış
olmalarıydı. Belki de el koydukları mallar ve hazineler, o gemilerin ödemekle
yükümlü oldukları deniz kirasıydı. “Mademki bizim denizlerimizdesiniz, mademki
denizlerimizi paylaşmaktan geri durmuyorsunuz, inadınız inat, bedelini alırız o
halde.”
Çalmak, çatışmak, el koymak, kanun
kaçağı olmak gibi eylemler çocuk dünyamın içinde masalsı şeyler gibi duruyordu.
Bu yüzden olumsuzlanmıyordu. Bir çekiciliği, albenisi vardı korsan imajının. Deniz,
onların her şeyiydi. Başka bir yer yoktu onlar için. Özgürlük denizlerdeydi. Üstelik
filmlerde iyi korsanlar da vardı bir kere! Diğer insanların arasında nasıl
iyiler ve kötüler varsa, korsan dünyasında da durum aynıydı. “Robin Hood da
çalıyor ama iyi bir amaç için.” diye savunacak kadar seviyordum korsanları. Kaçak
güreşiyordum tutkunu olduğum şeyleri savunmak uğruna, her çocuk gibi.
O gün okulda
öğrendiğim bilginin penceresinden izleyince filmin atmosferi daha da büyüleyici
olmuştu. Yaşamları denizlerde geçen; sadece denizlerde yaşadıkları sürece özgür
kalabilen korsanlar dünyanın dörtte üçünde hüküm sürüyorlardı. Uçsuz bucaksız su
dünyasının masmavi cömertliğinde... Biz talihsiz kara insanları, sayımızın
bunca çokluğuyla birlikte yalnızca dörtte birindeydik. Dörtte birine
sığışmıştık.
Doğup
büyüdüğüm ilçe deniz kenarında değildi. Yaklaşık iki saatlik otobüs yolculuğu
sonunda ulaşılabilecek bir uzaklıktaydı mavilikler. Annem, babam ve ben, bir
akrabamızı ziyaret amacıyla İzmir’e giderdik. Cici otobüs, ucunda deniz olan
yolda ilerledikçe heyecanım katlanırdı. Denizi görecek olmanın sevinciyle dalgalanırdım.
Özümün denize doğru çekimlendiğini hissederdim. Kanatlanıp uçma istediği
çağıldardı yüreğimde. Uçup uçup denize konmak... Sesini duyardım sanki aradaki onca
mesafeye rağmen. Dalgaların kıyıya vuruşuyla yükselen tuzlu, köpüklü sesi… Çağrıyı…
Gideceğimiz eve varmak; yemek
içmek, konuşup görüşmek isterdim bir an önce. Çabucak olsun bitsin bu işler de
bir an önce deniz kenarına inelim diye. Saatimi maviye kurardım. “Haydi, sahile!”
cümlesiyle çalardı saat. Uzun sayılabilecek süreler boyunca denizden uzakta yaşayan;
arada sırada ve kısa süreliğine denizi gören çocuk ben için o kavuşma anlarının
tadı başka hiçbir şeye benzemiyordu. Benzemedi. Benzemeyecek.
“Kordon” dendiğini öğrendiğim,
korsan sözcüğüyle benzerliğini sevdiğim o yere vardığımızda ilk işim taşa
oturup ayaklarımı denize sarkıtmak olurdu. Tam altımda devinip duran dalgalar
çok ilginç bir görüntü oluştururdu. El ele tutuşup da koşan çocuklara benzeyen o
dalgalar gibi değildi bunlar. Bir inip bir çıkan; bir batıp bir yükselen su
oyunuydu sanki. Horon oynayanların bir yükselip bir inen kenetlenmiş elleri
gibi… Buradaki dalgaların yaz tatillerinde gittiğimiz denizlerdeki dalgalara
benzememe nedenini merak ederdim. “Çünkü burası körfez. Önümüz, açık deniz
değil.” diye yanıtlanırdı sorum. Çocuklara özgü bir hareketle, söyleneni tam
anlamadığım halde anlamış gibi davranarak lafı geçiştirirdim. “Neden burada
kumsal yok?” sorusunun yanıtı ise “Çünkü deniz burada doldurulmuş.” olurdu. Nasıl
yani? Deniz dolmazdı ki! Şaka yapıyor olmalısınız sevgili ebeveynlerim.
İki günlük hafta sonu tatiline
sığdırılan “denizle hasret giderme etkinlikleri” çabuk biterdi haliyle. Pazar
günü akşam oldu mu yaşadığımız kuru, kupkuru kente dönüş yolculuğu başlardı. Hain
otobüs denizden uzaklaşıp içerilere doğru yol aldıkça içe doğru büzülürdü sanki
yüreğim. Büzüldükçe yoğunlaşır, ağırlığı artardı. Çırpınır durur; göğüs kafesimi
kırıp kaçmak isterdi. Yutkunamadığım bir sertlik otururdu boğazıma. Karın
boşluğum titreşimli bir kazınmayla dolardı. İleriki yaşlarımda zaman zaman yinelenecek
olan o yüz yangını… Buzu derinin üstünde tuttuğunuzda oluşan o garip yanma
hissi gibi… Soğuğun yakması. Soğuk ve yanma! Nasıl yan yana gelebiliyordu?
Çocuk aklımla anlamakta güçlük çekerdim bunu, en çok bunu.
Zaman çabucak geçer, hele de
çocuksa insan. Yaz tatili yaklaştıkça denizin ve yüzmenin hayaline yelken
açardım. Tatil demek, deniz demekti. Gidilir, bir otel bulunur, bavullar
çarçabuk boşaltılır, tüm deniz ve kum teçhizatı kuşanılır, sonra hücuma
kalkılırdı.
Denize doymazdım. Yorulmak ve acıkmak
bir gemiye bindirilirdi de çok uzaklara sefere gönderilirdi. Deniz her
ihtiyacımı karşılardı sanki. Işıl ışıl suların içinde bir o yana bir bu yana
atlamak, yüzme talimi yapmak, nefesi tutup kafayı suya daldırmak, neden sonra
cesaretlenip gözleri açmak, suyun dibinde ağırlaşan hareketliliği izlemek…
Güneş ışınlarının suyun altındaki açık sarı, parlak ve yılan gibi kıvrımlı
oyunlarıyla büyülenmek… Gözlerini tekrar kapa! Hooop, kafa dışarıya! Gözlerini
açmak için biraz bekle. Saçlarının denizden emdiği su, pembeleşmeye başlayan yüzünden
yol yol akıp denize dönüyor. Ellerini yüzüne götür; göz kapaklarını bastırmadan
hafifçe sil. Sakın ovuşturma! Şimdi gözlerini açabilirsin. Uzaktan bir gemi
geçiyor. Kimbilir kimleri, neleri taşıyor. Açıklarda korsan gemisiyle karşılaşmış
mıdır acaba?
Denizdeyken / denizleyken upuzun
yaz günleri nasıl da kısa gelirdi. Bu “zaman” denilen şey, jöle gibi bir şey
miydi? Kimisi tadını tam alamadan tüketir. Kimisi dokunur titremesini izler
yalnızca. Kimisi koklar. Kimisi yüzünün renkli yansımasına bakar. Ben denizdeyken
/ denizleyken bir lokmada yutuyordum zamanı. Geçiveriyordu. Boğazımdan.
İştahıma nasıl gem vuracaktım? Zaman kavramına takıntılı yapımın kendini ilk
ele verişleriydi bu düşünmeler. Zaman önemliydi. Yüzmek varken, altın gibi
değerli zamanını kıyıda kuma yatıp kızararak boşu boşuna harcayanlara ne demeli
peki? Hayret! Güneş bile yorulup da dağları yorgan gibi üzerine sermek üzereyken
en sevmediğim emir gelirdi karacı komutanlardan: “Haydi artık, çık bakalım!”
Memnuniyetsiz suratımı yumuşatmak için de “Yosun tutacaksın bak sonra!”
denirdi. Hah! Hepsi giyinmiş olurdu. Bu da beni cesaretlendirirdi. Gelin de
alın bakalım gücünüz yetiyorsa!
Akşam deniz kenarında yemek yemek,
çay içmek, yürümek, kumlara oturmak, dalgaların gece müziğini dinlemek… Denize
kıyısı olan bir kentin her şeyinin deniz olduğunu yaşım ilerledikçe daha iyi
anlıyordum. “Tatil amacıyla buradalar tüm bu insanlar. O yüzden sana öyle
geliyor.” cümlelerini zihnimde şöyle bir evirir çevirir, asla gerçekçi
bulmazdım. Deniz gören bir evin penceresinin önünde yarım saat oturmak ve mucizevi
maviliği izlemek bile denizle yaşamaktı benim gözümde. Sonra irkiltici o
düşünce saplandı zihnime: Ya denize kıyısı olmayan yerler? Sahi, ne yapıyordu oralardaki
insanlar? O kentlerin “her şeyi” neydi peki? Ben de öyle bir yerde yaşamıyor
muydum? Ne yapıyordum o halde ben? Elbette diğer yerleşim birimlerinde de bir
hayat yaşanıyordu ama o an anlamıştım ki bir şeyler hep eksik kalıyordu. Günlük
hayatta “Ben sahile gidiyorum.” ya da “Sahildeyim.” cümlelerinin söylenemediği
hiçbir yer bana cazip görünmüyordu artık.
Lisede bir Tarih dersinde öğretmenimizin
“uygarlık” konusundan söz ederken ileri sürdüğü bir sav yıllar sonra benim de
savunduğum bir düşünceye dönüşecekti: “Tarihte eski ve görkemli uygarlıkların
çoğu deniz kıyısında kurulmuştur. Denizle mutlaka bir bağı, bağlantısı
olmuştur. Bu, rastlantı değildir.” demişti öğretmenimiz. Denize tutkun biri
olarak hiç sorgulamadan kabul ettiğim bu sav, sınıfın geri kalanını tatmin etmiş
görünmüyordu. Dersi daha bir ilgiyle dinlemeye başlamıştım. “Çünkü deniz
insanın ufkunu açar, insana ilham verir. İnsanın ruhunu besler; büyük ve geniş düşünmesini
sağlar. Bu yüzden, yazarlığın ve şairliğin yolu da deniz kıyısından geçer.”
Edebiyatla harmanlanan bu Tarih dersi
sanki yalnızca bana anlatılıyordu. Denizle geçirdiğim tüm anlar zihnimde
fotoğraflanmıştı da hepsinin sayfası çevriliyordu tek tek, keyifle, özlemle. An’ı
en derinden ve dolu dolu yaşadığım yerler çoğunlukla bir deniz kenarıydı. Kendimle
ilgili bu kadar açık bir gerçek varken, yıllarca denizden ayrı kalmak… Sınırlı
zamanlar… Alarmı ayrılmaya kurulmuş kavuşmalar… O an kendimi çok şanssız
hissetmiştim. Ağzımda sapsarı bir çöl büyüyordu katman katman. Kavurucu kum
fırtınaları esiyordu ruhumda. Zaman ağdalanıyor, ağırlaşıyordu. Kıyılarda
yaşayanlar ne kadar şanslı olduklarını görebilirler miydi acaba, yalnızca benim
susuzluğuma bakarak? Nelere sahip olduklarını…
Edebiyat derslerinde işlenen
şiirlerde gerek başlı başına konu olarak gerek bir söz sanatı içinde “deniz”
ile karşılaştıktan sonra Tarih öğretmenimin dile getirdiği savlar tekrar tekrar
doğrulanıyordu. Hangi şair denizle ilgili bir şiir yazmamış olabilirdi? Hangi
şair denizi bir benzetme ya da kişileştirme içinde kullanmamış olabilirdi? Buna
ihtimal vermiyordum. Zaten kabul etmeye dünden razı olduğum bir gerçeği apaçık
görebilmek… Tam da bu yüzden, yıllar sonra, kıyıdan içerilerdeki bir kentin
üniversitesinde Edebiyat bölümünde okurken “Deniz olmasaydı, insanoğlunun şu an
sahip olduğu edebiyatın dörtte üçü olmazdı.” diyebilecektim. Dalga dalga gelen
itirazları tek başıma göğüsleyebilecektim:
“İnsanın yaklaşık yüzde yetmişi
sudur, arkadaşlar! Neredeyse dörtte üçü su olan bir varlığın en büyük ilham
kaynağı yine sudur. Denize yakın yerlerde sizi kıyıya çeken, içinizden bir
şeylerin kıyıya doğru aktığını hissettiren, karşı duramayacağınız, zaten durmak
da istemeyeceğiniz o duygu… O iyot özlü çağrı… O çekim gücü… Denize kıyısı olan
bir kente ilk kez gittiğinizde, görülebilecek onca yeni yer varken önce denizin
çağrısına uymak… Daha yeni gelmiş olmanıza rağmen ‘Haydi, sahile inelim! Sahile
yürüyelim biraz. Sahilde oturup bir çay içelim.’ cümlelerinin dökülüvermesi
dilinizden…”
Denize böylesine sevdalıyken,
ömrümün çoğunun bir kıyı kentinde geçmiş olmasına dönük tahminleri boşa
çıkardım ne yazık ki. Koşullar, hesapta olmayan gelişmeler, çarşıya uymayan
hesaplar, iş güç, falan filan… Prangaya dönüşen bahaneler… Aslında insanın
kendisini kandırmasını salık veren eğreti laflar… “Hayatın gerçekleri”
etiketiyle pazarlanan kalıp sözler… Bir çuval işe yaramaz süprüntü! Yazık, bu
yanılsamaya kandım. Nasıl oldu da inandım? Tüm bahaneler denizden içerilere
sürgün etti beni.
“Gözümde bir damla su deniz olup taşıyor / Çöllerde kalmış gibi
yanıyor, yanıyorum / Bütün gemicilerin ruhu bende yaşıyor / Başımdaki gökleri
bir deniz sanıyorum.”
Ömer Bedrettin Uşaklı’ya ait
“Deniz Hasreti” adlı şiirin ilk dörtlüğünü oluşturan bu dizeler okunduğunda
burnuma yoğun bir deniz kokusu dolmuştu. İçimde deniz havası esmeye başlamıştı
bile. Sınıfta ders işliyordum. Dörtlüğe sığdırılmış koyu mavi özlem başımı
sersemletmişti. Sol gözüm seğiriyordu. Şairinkinden farklı olarak benim
gözlerim kuruyordu. Her yanım kuruyordu. Her taraf çok kuruydu. Bahçede
bağrışıp duran çocukların sesleri kulağıma martı çığlıkları gibi geliyordu. Sıra
sıra sıralar dalga dalga deviniyordu karşımda. Mavi örtülere bürünmüş
dalgalar... Dörtlükteki her dizeye sinmiş olan o deniz kokulu hasret, her
hücremi kavuran susuzluğumu koyultuyordu. Ortadan ikiye ayrılmıştım. Yarı
yarıya… Ruhumun bir yarısı ayaklarımın altındaki beton zemine demir atmıştı. Diğer
yarısı çoktan demir almış; uzaklara varmıştı. Bu dip dalga gibi derinden gelen
duyguların yol açtığı baş dönmesi nedeniyle şiirin ilk dörtlükten sonrasını
dinleyememiştim. Sersemliğimi fark ettirmeden geçiştirmek için “Evet, bir kez
daha okuyalım. Kim okumak istiyor?” cümlelerine tutunmuştum. O ilk dörtlük
üzerinde tam bir ders saati konuşmuştum. Bıraksalar tüm gün konuşabilirdim. Bıraksalar
oradan kaçabilirdim. En yakın sahile kadar durmaksızın koşabilirdim. Limandaki
ilk gemiye kaçak yolcu olarak girebilirdim. Gidebilirdim arkama bakmasızın. Bırakın!
Zil çaldı, bırakıldım. En yakın sahile
kadar koşmayıp eve döndüm. Sayfalarını aheste çevirip durduğum gazetedeki bir
haber yangınımı körükledi. Teknesiyle dünya turuna çıkan bir adamın üç yıllık
yolculuğunun sona erdiğini bildiriyordu muhabir, nispet yapar gibi. Yok, bu kadarı
da fazlaydı artık! Bunca rastlantı! Bırakın ya! Bırakın! Birileri bana kötü bir
şaka mı tezgahlamıştı ne! Aynı günü mü doldurmak zorundaydı bu kadar yokluk?
Dur! Bekle biraz! Tepkilere bir mola verdim. Sustum. Fotoğraflarını içtim
haberin; yazılarını soludum. Üzerinde yolculuk rotasını gösteren bir dünya
haritasını da eklemişti insafsız muhabir. O gün yaşananların bana verilmek
istenen bir mesaj olduğuna inanacaktım neredeyse.
Ne çok mesaj karaladım da koydum koyu
yeşil şişelere. Tıpalarını takıp denize attım, içimde kabaran denize. Her gün
üzerime üzerime akın akın gelen kalabalığa karşı ne çok dalgakıranlar çektim. Üzerime
çullanan apartmanlardan köşe bucak kaçtım. Toplu taşıma araçlarının tozlu
camlarına yansıttığım hayal sahnemde kürek çektim hep, tıkanan trafiği yarmak
istercesine. Avuçlarımdaki nasırlar yüreğimdekiler kadar sert değil. Ne çok
fener diktim yüksek yapıların tepelerine; bir gemi uçup gelir de beni kaçırır kurtarır
diye. Kulaklarımı tırmalayan kaba gürültülerden kaçıp gürül gürül akan yağmur
sularına sığındım. Yağmur, denizin kardeşiydi. Bu yüzden her yağmurda az çok
dinerdi susuzluğum. Gün tükendiğinde deniz ve gemicilik temalarıyla bezeli
yorganımı başımdan yukarı çektim hep. Nefesimi tutup daldım en derin uykulara.
Rüyalarımda uzak yol kaptanı oldum. En uzaklara sefere çıktım. Tam yol ileri!
Dönmek yok geri!
Coğrafi Keşifler dönemindeki büyük
denizcilerin yaşamöykülerini okumuştum. Her türlü hazırlığı yapıp da limandan
ayrılırken neler hissetmiş, neler düşünmüş olabileceklerini tahmin etmeye
çalışmıştım. Nasıl bir cesaret ve adanmışlıktı bu böyle? Bilinmeyene yelken
açmak… Ya mürettebat neler düşünmüştü? Nereye gideceklerdi? Yol alacakları
maviliklerin sınırını tam olarak bilmiyorlardı ki! Sonsuzmuş gibi uzayıp giden bir
maviliğe doğru yol almak… Fikir değiştirip dönmeye karar verseler çok geç
olacaktı belki de. Bunu bilerek açılmak…
Keşiflerden önce dünyanın çevresi tam
anlamıyla bilinmiyordu. Denize bakıyordu insanlar ama ufkun ötesinde nelerin
olduğunu bilmiyorlardı. Biz bugün ne kadar büyülensek de aslında keşfedilmiş
bir dünyanın denizlerine bakıyoruz. Çoktan çizilip doğrulanmış haritaları
zihnimizin masasında açabiliyoruz. Biliyoruz neye ve nereye doğru baktığımızı. Ufkun
ötesini bilebiliyoruz. Oysa eski zamanlarda insanlar için ne büyük bir
bilmeceydi bu engin mavilikler. Daha da ötelerde neler saklıydı? Acaba bu gözle
denize bakmak nasıl bir şeydi? Neler uyandırıyordu göğüs kafesinin içinde,
neleri dalgalandırıyordu? O kafese neleri sığdırıyordu insanlar? Bir an için,
denizi o gözle de görebilmeyi istemiştim delicesine. Hatta her çağa uğrayıp
denize o çağın algılamasıyla, bakış açısıyla bakabilmeyi…
Bir kıyıdayım. Süreli bir bulunma.
Yine. Alışkanlık olduğu üzere bir çay bahçesinde. Kare desenli örtüyle kaplı
masa; masada dumanı tüten koyu bir çay. Saatim, her zamanki gibi, denizden
içerilere dönüş vaktine kurulu. Vakit, her zamanki gibi, ikindi-akşam arası. Yıllar
geçtikçe adım adım karaltılı yazılara meyletmiş olan kalemimle böyle mavili bir
anlatıyı ilk kez kağıda geçiriyorum. Karanlıkta kalışların, üstü örtülmüşlerin,
yitmeye yüz tutmuşların, yitiğe yüz sürüşlerin, yüzünde maske taşıyışların, saklambaçta
ebe olup sonsuzdan geriye sayışların, yığılmaların, yıkılmaların, iğneyle kuyu
kazışların, derin derin solumaların, serin serin susuşların, yükseğe düşmelerin,
aşağıya çıkmaların, sessizliğe seslenmelerin sadık anlatıcısı olan kalemim… Mezar
taşı yosun tutmuş ukdelerin kısık kısık haykırışlarının, boğum boğum
boğuntularının bunca yıl gerek sözcüsü gerek söylevcisi olmuş kalemimle çizilen
bir maviye övgü tablosu. İlk kez.
Yıllarca denize anlattım içimde
yükselenlerden düşen her çağıltıyı. Derinlerden fışkıran her bağırtıyı… İçime
kaçmış bir dünyayı... İçimden kaçan bir rüyayı… Ruhumu kanatan kıymıkları… Anlattım,
dinledi deniz. Önkoşulsuz ve önkabulsüz dinledi. Sınırlı sürelerdeki her
buluşmamızda. Hiçbir zaman öğüt vermedi, öneri getirmedi, eleştirmedi,
yargılamadı. En önemlisi, “Neden?” demedi. Anladı. Bu yüzden böylesine engindi
işte, böylesine büyük... Dinler, dinlendirirdi. Tüm zamanların en büyük bilgesiydi
deniz. Tüm sırların tek ketum katibi. Ona gitmelerimden, koşmalarımdan,
kaçmalarımdan, sokulmalarımdan, sığınmalarımdan sonra asla aynı dönmedim
geriye. Emin olmak konusunda karnesi kötü birinin en emin olduğu bir gerçekti
bu. Deniz hep sağalttı beni. Rüzgar bekleyen hayallerin yelkenlerine üfledi
yeniden. Deniz hep okudu beni; yazdıklarını kalemimin.
Hırçın dalgaların dövdüğü dev bir
kayalığın kaderini yüklenmişti kalemim. Dalgalar çarptıkça daha da sivrildi,
keskinleşti. Yumuşak yaşamlara batan sivri kalemim… Dök sen de
biriktirdiklerini!
Uzaklara sefere gönderdiğim görkemli
hayallerim, her seferinde birer hayalet gemiye dönüştü benim. Martılar, yitik
kaptanlarımın çıldırış seslerini taklit ettiler hep. Pusulamın manyetiğini
bozdu nemli paslı ukdelerim. Haritalarımı kemirdi, ambarda aç kalan maskelerim.
Tek hazinemdir sözcüklerim. Hepsi
de sıkı sıkıya kapalı birer istiridyedir. İçinde inci değil, incinmeler
gizlidir. Bir inci uğruna bin istiridyeyi harcayanların bulacağı, hiçbir
şeydir.
Gidip de dönmeyenlerimin anısına,
görünmez anıtlar diktim koyu yeşil şişelerin kıyıya vurduğu sahilin serin
kumlarına. Her bir şişe için yosun kokulu ağıtlar söyledim. Ahtapot misali
sarıp sarmalayan bir gecedeydim. Ay ışığını yansıtan ışıklı suda kaydırdığım
taşlara adımı çiziktirdim. Bodoslama daldığım düşlerimde düştüğüm o yerdeydim. Gecenin
yumuşak serinliğinin pamuk ipliğine ipsiz bir kuyuda yankılanmış anlatılarımı
dizdim.
Bilmiştim. Herkes balıktı, bense
denizatı... Salınırdım aranızda; bir emanet taşırdım sırtımda. Acelem yoktu. Çevrem
çılgınca devinip dururken üstelik. Zaman geldi geçti; herkes ulaştı gideceği
yere. Öbek öbek. Bunca koşuşturmanın varacağı yerler vardı kuşkusuz. O yerlere
vardınız. Artık yoktunuz.
Kıyı, hayatın da kıyısıydı. Çekilirdim.
Çekimlenirdim. Denize dönük yanım yoğunlaşırken diğer yanım seyrelirdi. Yerçekimine
eş bir güçtü denizçekimi. Bıraksaydım kendimi, bir gemide buluverseydim. Gemiciler
sadece gözlerime bakıp anlasalardı derdimi. Sorgu sual etmeksizin kabul
etselerdi beni. Deniz suyunda yıkansaydım. Üzerime yapışan tüm sıfatlardan ve
unvanlardan arınsaydım. Yol alsaydım. Yol, beni…
Kıyıdayım. Kalemim beyaz sayfalarda
geziniyor. Akşama doğru. Akşama yakın. Dalgalar her zamanki gibi köpük köpük
sesleniyor. Kaç işi duyuyor, anlıyor?
Yaşamım boyunca ertelediğim,
ötelediğim, cebe attığım, “Sonra bakarız.” dediğim şeyler oldu hep. Harıl harıl
yığınak yaparken herkes, ben deniz kokulu sağanaklarda demleniyordum o sıralar.
Bekledim durdum. Bekledim. Durdum. Onca bekleyişin hesabını dökmüyorum artık ama
kendimi tüm varlığımla denizçekimine bırakmamış olmayı, bu çağrıya uymamış
olmayı… Cümlenin gerisi, karşımdaki ufuk çizgisinin ötesinde gizli. Uzaklarda bir
şişe içinde yol alıyordur belki.
Kıyıdayım. Ateş-kızıl gökyüzü ile
alev-mavi suyun birlik vakti. Açıkta bir balıkçı teknesi. Ağlarını çekiyor
ağırdan. Ağlar ağırlaşıyor. Ağır ağır çıkıyor sudan. Ağlar bitimsiz bir
çağrının bağrından çıkanlarla dolu. Birikiyor. Karşıda, kuru topraktaki bir
kökün ayakuçları ağrıyor. Ağların düğümleri ağlıyor. Ağlar uzaktan bakan geçkin
ve göçkün bir yüreği ağlatıyor. Ağlar serin mavi bir özlemi ağartıyor. Ağızda saklanan
eski tatlar ağdalanıyor. Ağılanan bir bekleyiş, sırdaş bir kalemin ucunda
ağırlaşıyor. Ağlar efsunlu konuklarını ağırlıyor. Ağlar katman katman
katlanıyor. Ağlar ağır ağır ağıt yakıyor. Ağğ!