15 Mayıs 2013

DENİZÇEKİMİ


Yerçekimi kadar gerçekti denizçekimi
Biri yasaydı; çağrıydı diğeri


İlkokuldayken yerkürenin dörtte üçünün denizlerle kaplı olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Öğretmenimizin gülümseyerek “Şaka!” demesini beklemiştim o an, çocukça bir sabırsızlıkla. Doğru muydu gerçekten? Gözlerim acil yanıt beklercesine daha da açılmıştı. Bütünü yarı yarıya görmek gibi bir algılama biçimim vardı o zamanlarda. Bir bütünü oluşturan iki parçanın da -peşinen- eşit büyüklükte olduğunu varsayardım. Parça-bütün ilişkisini neden böyle yorumlardım, bilmiyorum. Belki de kolayıma geliyordu.
Kimi kavramları da “yarım - diğer yarım” bağlamında algılardım. Özlemek diğer yarımın uzakta olmasıydı sözgelimi. Bencillik diğer yarımı da istemekti. Paylaşmak yarımları birbirine sunmaktı.
Öğretmen masasındaki küreyi görünce de karalar ile denizleri zihnimde yarı yarıya paylaştırılıvermiştim hemen. “Dört üç”ü duyunca şaşırmamın nedeni, işte bu algılama biçimimdi. Öğretmenim beni “Yani, karaların toplamı dünyanın ancak dörtte biri kadardır.” sağlamasıyla yüzleştirince söylenenlerin şaka olmadığını anlamıştım. Masanın üzerinde plastik bir yay içinde dönüp duran küre, bu bilgiyi doğrulamak istercesine maviliklerini daha bir istekle gösteriyordu sanki. Zihinlerde hiçbir kuşkuya yer bırakmak istemiyordu. “Bakın, ne güzel maviliklerim var benim! Ne kadar da çok! Gökyüzümün ise tamamı mavidir. Artık samimi olduk. Biz bizeyken ‘Mavi Gezegen’ deyin bana.”
Okuldan eve döndükten sonra anneannemin hazırladığı öğle yemeğimi yemiş; televizyonun başına kurulmuştum. Tabii ki ders çalışacaktım canım! Hele bir akşam olsun, annem babam da işten dönsün, bakarız. Televizyonda bir korsan filmi oynuyordu şansıma. En sevdiklerimdendi bu gözü pek ve gözü kara deniz adamlarının maceralarını anlatan filmler. O yıllarda korsan sözcüğünün anlamını sanırım tam olarak bilmiyordum. Belki de kendi anlamımı kendim yüklemiştim sözcüğe.
Diğer gemilere korku salan bu korkusuz deniz adamlarının tehlikeli ve maceralı yaşamları beni içine içine çekiyordu. Belki de onların tek derdi, denizleri birileriyle paylaşmak zorunda kalmış olmalarıydı. Belki de el koydukları mallar ve hazineler, o gemilerin ödemekle yükümlü oldukları deniz kirasıydı. “Mademki bizim denizlerimizdesiniz, mademki denizlerimizi paylaşmaktan geri durmuyorsunuz, inadınız inat, bedelini alırız o halde.”
Çalmak, çatışmak, el koymak, kanun kaçağı olmak gibi eylemler çocuk dünyamın içinde masalsı şeyler gibi duruyordu. Bu yüzden olumsuzlanmıyordu. Bir çekiciliği, albenisi vardı korsan imajının. Deniz, onların her şeyiydi. Başka bir yer yoktu onlar için. Özgürlük denizlerdeydi. Üstelik filmlerde iyi korsanlar da vardı bir kere! Diğer insanların arasında nasıl iyiler ve kötüler varsa, korsan dünyasında da durum aynıydı. “Robin Hood da çalıyor ama iyi bir amaç için.” diye savunacak kadar seviyordum korsanları. Kaçak güreşiyordum tutkunu olduğum şeyleri savunmak uğruna, her çocuk gibi.
         O gün okulda öğrendiğim bilginin penceresinden izleyince filmin atmosferi daha da büyüleyici olmuştu. Yaşamları denizlerde geçen; sadece denizlerde yaşadıkları sürece özgür kalabilen korsanlar dünyanın dörtte üçünde hüküm sürüyorlardı. Uçsuz bucaksız su dünyasının masmavi cömertliğinde... Biz talihsiz kara insanları, sayımızın bunca çokluğuyla birlikte yalnızca dörtte birindeydik. Dörtte birine sığışmıştık.
         Doğup büyüdüğüm ilçe deniz kenarında değildi. Yaklaşık iki saatlik otobüs yolculuğu sonunda ulaşılabilecek bir uzaklıktaydı mavilikler. Annem, babam ve ben, bir akrabamızı ziyaret amacıyla İzmir’e giderdik. Cici otobüs, ucunda deniz olan yolda ilerledikçe heyecanım katlanırdı. Denizi görecek olmanın sevinciyle dalgalanırdım. Özümün denize doğru çekimlendiğini hissederdim. Kanatlanıp uçma istediği çağıldardı yüreğimde. Uçup uçup denize konmak... Sesini duyardım sanki aradaki onca mesafeye rağmen. Dalgaların kıyıya vuruşuyla yükselen tuzlu, köpüklü sesi… Çağrıyı…
Gideceğimiz eve varmak; yemek içmek, konuşup görüşmek isterdim bir an önce. Çabucak olsun bitsin bu işler de bir an önce deniz kenarına inelim diye. Saatimi maviye kurardım. “Haydi, sahile!” cümlesiyle çalardı saat. Uzun sayılabilecek süreler boyunca denizden uzakta yaşayan; arada sırada ve kısa süreliğine denizi gören çocuk ben için o kavuşma anlarının tadı başka hiçbir şeye benzemiyordu. Benzemedi. Benzemeyecek.
“Kordon” dendiğini öğrendiğim, korsan sözcüğüyle benzerliğini sevdiğim o yere vardığımızda ilk işim taşa oturup ayaklarımı denize sarkıtmak olurdu. Tam altımda devinip duran dalgalar çok ilginç bir görüntü oluştururdu. El ele tutuşup da koşan çocuklara benzeyen o dalgalar gibi değildi bunlar. Bir inip bir çıkan; bir batıp bir yükselen su oyunuydu sanki. Horon oynayanların bir yükselip bir inen kenetlenmiş elleri gibi… Buradaki dalgaların yaz tatillerinde gittiğimiz denizlerdeki dalgalara benzememe nedenini merak ederdim. “Çünkü burası körfez. Önümüz, açık deniz değil.” diye yanıtlanırdı sorum. Çocuklara özgü bir hareketle, söyleneni tam anlamadığım halde anlamış gibi davranarak lafı geçiştirirdim. “Neden burada kumsal yok?” sorusunun yanıtı ise “Çünkü deniz burada doldurulmuş.” olurdu. Nasıl yani? Deniz dolmazdı ki! Şaka yapıyor olmalısınız sevgili ebeveynlerim.
İki günlük hafta sonu tatiline sığdırılan “denizle hasret giderme etkinlikleri” çabuk biterdi haliyle. Pazar günü akşam oldu mu yaşadığımız kuru, kupkuru kente dönüş yolculuğu başlardı. Hain otobüs denizden uzaklaşıp içerilere doğru yol aldıkça içe doğru büzülürdü sanki yüreğim. Büzüldükçe yoğunlaşır, ağırlığı artardı. Çırpınır durur; göğüs kafesimi kırıp kaçmak isterdi. Yutkunamadığım bir sertlik otururdu boğazıma. Karın boşluğum titreşimli bir kazınmayla dolardı. İleriki yaşlarımda zaman zaman yinelenecek olan o yüz yangını… Buzu derinin üstünde tuttuğunuzda oluşan o garip yanma hissi gibi… Soğuğun yakması. Soğuk ve yanma! Nasıl yan yana gelebiliyordu? Çocuk aklımla anlamakta güçlük çekerdim bunu, en çok bunu.

Zaman çabucak geçer, hele de çocuksa insan. Yaz tatili yaklaştıkça denizin ve yüzmenin hayaline yelken açardım. Tatil demek, deniz demekti. Gidilir, bir otel bulunur, bavullar çarçabuk boşaltılır, tüm deniz ve kum teçhizatı kuşanılır, sonra hücuma kalkılırdı.
Denize doymazdım. Yorulmak ve acıkmak bir gemiye bindirilirdi de çok uzaklara sefere gönderilirdi. Deniz her ihtiyacımı karşılardı sanki. Işıl ışıl suların içinde bir o yana bir bu yana atlamak, yüzme talimi yapmak, nefesi tutup kafayı suya daldırmak, neden sonra cesaretlenip gözleri açmak, suyun dibinde ağırlaşan hareketliliği izlemek… Güneş ışınlarının suyun altındaki açık sarı, parlak ve yılan gibi kıvrımlı oyunlarıyla büyülenmek… Gözlerini tekrar kapa! Hooop, kafa dışarıya! Gözlerini açmak için biraz bekle. Saçlarının denizden emdiği su, pembeleşmeye başlayan yüzünden yol yol akıp denize dönüyor. Ellerini yüzüne götür; göz kapaklarını bastırmadan hafifçe sil. Sakın ovuşturma! Şimdi gözlerini açabilirsin. Uzaktan bir gemi geçiyor. Kimbilir kimleri, neleri taşıyor. Açıklarda korsan gemisiyle karşılaşmış mıdır acaba?
Denizdeyken / denizleyken upuzun yaz günleri nasıl da kısa gelirdi. Bu “zaman” denilen şey, jöle gibi bir şey miydi? Kimisi tadını tam alamadan tüketir. Kimisi dokunur titremesini izler yalnızca. Kimisi koklar. Kimisi yüzünün renkli yansımasına bakar. Ben denizdeyken / denizleyken bir lokmada yutuyordum zamanı. Geçiveriyordu. Boğazımdan. İştahıma nasıl gem vuracaktım? Zaman kavramına takıntılı yapımın kendini ilk ele verişleriydi bu düşünmeler. Zaman önemliydi. Yüzmek varken, altın gibi değerli zamanını kıyıda kuma yatıp kızararak boşu boşuna harcayanlara ne demeli peki? Hayret! Güneş bile yorulup da dağları yorgan gibi üzerine sermek üzereyken en sevmediğim emir gelirdi karacı komutanlardan: “Haydi artık, çık bakalım!” Memnuniyetsiz suratımı yumuşatmak için de “Yosun tutacaksın bak sonra!” denirdi. Hah! Hepsi giyinmiş olurdu. Bu da beni cesaretlendirirdi. Gelin de alın bakalım gücünüz yetiyorsa!
Akşam deniz kenarında yemek yemek, çay içmek, yürümek, kumlara oturmak, dalgaların gece müziğini dinlemek… Denize kıyısı olan bir kentin her şeyinin deniz olduğunu yaşım ilerledikçe daha iyi anlıyordum. “Tatil amacıyla buradalar tüm bu insanlar. O yüzden sana öyle geliyor.” cümlelerini zihnimde şöyle bir evirir çevirir, asla gerçekçi bulmazdım. Deniz gören bir evin penceresinin önünde yarım saat oturmak ve mucizevi maviliği izlemek bile denizle yaşamaktı benim gözümde. Sonra irkiltici o düşünce saplandı zihnime: Ya denize kıyısı olmayan yerler? Sahi, ne yapıyordu oralardaki insanlar? O kentlerin “her şeyi” neydi peki? Ben de öyle bir yerde yaşamıyor muydum? Ne yapıyordum o halde ben? Elbette diğer yerleşim birimlerinde de bir hayat yaşanıyordu ama o an anlamıştım ki bir şeyler hep eksik kalıyordu. Günlük hayatta “Ben sahile gidiyorum.” ya da “Sahildeyim.” cümlelerinin söylenemediği hiçbir yer bana cazip görünmüyordu artık.

Lisede bir Tarih dersinde öğretmenimizin “uygarlık” konusundan söz ederken ileri sürdüğü bir sav yıllar sonra benim de savunduğum bir düşünceye dönüşecekti: “Tarihte eski ve görkemli uygarlıkların çoğu deniz kıyısında kurulmuştur. Denizle mutlaka bir bağı, bağlantısı olmuştur. Bu, rastlantı değildir.” demişti öğretmenimiz. Denize tutkun biri olarak hiç sorgulamadan kabul ettiğim bu sav, sınıfın geri kalanını tatmin etmiş görünmüyordu. Dersi daha bir ilgiyle dinlemeye başlamıştım. “Çünkü deniz insanın ufkunu açar, insana ilham verir. İnsanın ruhunu besler; büyük ve geniş düşünmesini sağlar. Bu yüzden, yazarlığın ve şairliğin yolu da deniz kıyısından geçer.”
Edebiyatla harmanlanan bu Tarih dersi sanki yalnızca bana anlatılıyordu. Denizle geçirdiğim tüm anlar zihnimde fotoğraflanmıştı da hepsinin sayfası çevriliyordu tek tek, keyifle, özlemle. An’ı en derinden ve dolu dolu yaşadığım yerler çoğunlukla bir deniz kenarıydı. Kendimle ilgili bu kadar açık bir gerçek varken, yıllarca denizden ayrı kalmak… Sınırlı zamanlar… Alarmı ayrılmaya kurulmuş kavuşmalar… O an kendimi çok şanssız hissetmiştim. Ağzımda sapsarı bir çöl büyüyordu katman katman. Kavurucu kum fırtınaları esiyordu ruhumda. Zaman ağdalanıyor, ağırlaşıyordu. Kıyılarda yaşayanlar ne kadar şanslı olduklarını görebilirler miydi acaba, yalnızca benim susuzluğuma bakarak? Nelere sahip olduklarını…
Edebiyat derslerinde işlenen şiirlerde gerek başlı başına konu olarak gerek bir söz sanatı içinde “deniz” ile karşılaştıktan sonra Tarih öğretmenimin dile getirdiği savlar tekrar tekrar doğrulanıyordu. Hangi şair denizle ilgili bir şiir yazmamış olabilirdi? Hangi şair denizi bir benzetme ya da kişileştirme içinde kullanmamış olabilirdi? Buna ihtimal vermiyordum. Zaten kabul etmeye dünden razı olduğum bir gerçeği apaçık görebilmek… Tam da bu yüzden, yıllar sonra, kıyıdan içerilerdeki bir kentin üniversitesinde Edebiyat bölümünde okurken “Deniz olmasaydı, insanoğlunun şu an sahip olduğu edebiyatın dörtte üçü olmazdı.” diyebilecektim. Dalga dalga gelen itirazları tek başıma göğüsleyebilecektim:
“İnsanın yaklaşık yüzde yetmişi sudur, arkadaşlar! Neredeyse dörtte üçü su olan bir varlığın en büyük ilham kaynağı yine sudur. Denize yakın yerlerde sizi kıyıya çeken, içinizden bir şeylerin kıyıya doğru aktığını hissettiren, karşı duramayacağınız, zaten durmak da istemeyeceğiniz o duygu… O iyot özlü çağrı… O çekim gücü… Denize kıyısı olan bir kente ilk kez gittiğinizde, görülebilecek onca yeni yer varken önce denizin çağrısına uymak… Daha yeni gelmiş olmanıza rağmen ‘Haydi, sahile inelim! Sahile yürüyelim biraz. Sahilde oturup bir çay içelim.’ cümlelerinin dökülüvermesi dilinizden…”

Denize böylesine sevdalıyken, ömrümün çoğunun bir kıyı kentinde geçmiş olmasına dönük tahminleri boşa çıkardım ne yazık ki. Koşullar, hesapta olmayan gelişmeler, çarşıya uymayan hesaplar, iş güç, falan filan… Prangaya dönüşen bahaneler… Aslında insanın kendisini kandırmasını salık veren eğreti laflar… “Hayatın gerçekleri” etiketiyle pazarlanan kalıp sözler… Bir çuval işe yaramaz süprüntü! Yazık, bu yanılsamaya kandım. Nasıl oldu da inandım? Tüm bahaneler denizden içerilere sürgün etti beni.
“Gözümde bir damla su deniz olup taşıyor / Çöllerde kalmış gibi yanıyor, yanıyorum / Bütün gemicilerin ruhu bende yaşıyor / Başımdaki gökleri bir deniz sanıyorum.”
Ömer Bedrettin Uşaklı’ya ait “Deniz Hasreti” adlı şiirin ilk dörtlüğünü oluşturan bu dizeler okunduğunda burnuma yoğun bir deniz kokusu dolmuştu. İçimde deniz havası esmeye başlamıştı bile. Sınıfta ders işliyordum. Dörtlüğe sığdırılmış koyu mavi özlem başımı sersemletmişti. Sol gözüm seğiriyordu. Şairinkinden farklı olarak benim gözlerim kuruyordu. Her yanım kuruyordu. Her taraf çok kuruydu. Bahçede bağrışıp duran çocukların sesleri kulağıma martı çığlıkları gibi geliyordu. Sıra sıra sıralar dalga dalga deviniyordu karşımda. Mavi örtülere bürünmüş dalgalar... Dörtlükteki her dizeye sinmiş olan o deniz kokulu hasret, her hücremi kavuran susuzluğumu koyultuyordu. Ortadan ikiye ayrılmıştım. Yarı yarıya… Ruhumun bir yarısı ayaklarımın altındaki beton zemine demir atmıştı. Diğer yarısı çoktan demir almış; uzaklara varmıştı. Bu dip dalga gibi derinden gelen duyguların yol açtığı baş dönmesi nedeniyle şiirin ilk dörtlükten sonrasını dinleyememiştim. Sersemliğimi fark ettirmeden geçiştirmek için “Evet, bir kez daha okuyalım. Kim okumak istiyor?” cümlelerine tutunmuştum. O ilk dörtlük üzerinde tam bir ders saati konuşmuştum. Bıraksalar tüm gün konuşabilirdim. Bıraksalar oradan kaçabilirdim. En yakın sahile kadar durmaksızın koşabilirdim. Limandaki ilk gemiye kaçak yolcu olarak girebilirdim. Gidebilirdim arkama bakmasızın. Bırakın!
Zil çaldı, bırakıldım. En yakın sahile kadar koşmayıp eve döndüm. Sayfalarını aheste çevirip durduğum gazetedeki bir haber yangınımı körükledi. Teknesiyle dünya turuna çıkan bir adamın üç yıllık yolculuğunun sona erdiğini bildiriyordu muhabir, nispet yapar gibi. Yok, bu kadarı da fazlaydı artık! Bunca rastlantı! Bırakın ya! Bırakın! Birileri bana kötü bir şaka mı tezgahlamıştı ne! Aynı günü mü doldurmak zorundaydı bu kadar yokluk? Dur! Bekle biraz! Tepkilere bir mola verdim. Sustum. Fotoğraflarını içtim haberin; yazılarını soludum. Üzerinde yolculuk rotasını gösteren bir dünya haritasını da eklemişti insafsız muhabir. O gün yaşananların bana verilmek istenen bir mesaj olduğuna inanacaktım neredeyse.
Ne çok mesaj karaladım da koydum koyu yeşil şişelere. Tıpalarını takıp denize attım, içimde kabaran denize. Her gün üzerime üzerime akın akın gelen kalabalığa karşı ne çok dalgakıranlar çektim. Üzerime çullanan apartmanlardan köşe bucak kaçtım. Toplu taşıma araçlarının tozlu camlarına yansıttığım hayal sahnemde kürek çektim hep, tıkanan trafiği yarmak istercesine. Avuçlarımdaki nasırlar yüreğimdekiler kadar sert değil. Ne çok fener diktim yüksek yapıların tepelerine; bir gemi uçup gelir de beni kaçırır kurtarır diye. Kulaklarımı tırmalayan kaba gürültülerden kaçıp gürül gürül akan yağmur sularına sığındım. Yağmur, denizin kardeşiydi. Bu yüzden her yağmurda az çok dinerdi susuzluğum. Gün tükendiğinde deniz ve gemicilik temalarıyla bezeli yorganımı başımdan yukarı çektim hep. Nefesimi tutup daldım en derin uykulara. Rüyalarımda uzak yol kaptanı oldum. En uzaklara sefere çıktım. Tam yol ileri! Dönmek yok geri!

Coğrafi Keşifler dönemindeki büyük denizcilerin yaşamöykülerini okumuştum. Her türlü hazırlığı yapıp da limandan ayrılırken neler hissetmiş, neler düşünmüş olabileceklerini tahmin etmeye çalışmıştım. Nasıl bir cesaret ve adanmışlıktı bu böyle? Bilinmeyene yelken açmak… Ya mürettebat neler düşünmüştü? Nereye gideceklerdi? Yol alacakları maviliklerin sınırını tam olarak bilmiyorlardı ki! Sonsuzmuş gibi uzayıp giden bir maviliğe doğru yol almak… Fikir değiştirip dönmeye karar verseler çok geç olacaktı belki de. Bunu bilerek açılmak…
Keşiflerden önce dünyanın çevresi tam anlamıyla bilinmiyordu. Denize bakıyordu insanlar ama ufkun ötesinde nelerin olduğunu bilmiyorlardı. Biz bugün ne kadar büyülensek de aslında keşfedilmiş bir dünyanın denizlerine bakıyoruz. Çoktan çizilip doğrulanmış haritaları zihnimizin masasında açabiliyoruz. Biliyoruz neye ve nereye doğru baktığımızı. Ufkun ötesini bilebiliyoruz. Oysa eski zamanlarda insanlar için ne büyük bir bilmeceydi bu engin mavilikler. Daha da ötelerde neler saklıydı? Acaba bu gözle denize bakmak nasıl bir şeydi? Neler uyandırıyordu göğüs kafesinin içinde, neleri dalgalandırıyordu? O kafese neleri sığdırıyordu insanlar? Bir an için, denizi o gözle de görebilmeyi istemiştim delicesine. Hatta her çağa uğrayıp denize o çağın algılamasıyla, bakış açısıyla bakabilmeyi…

Bir kıyıdayım. Süreli bir bulunma. Yine. Alışkanlık olduğu üzere bir çay bahçesinde. Kare desenli örtüyle kaplı masa; masada dumanı tüten koyu bir çay. Saatim, her zamanki gibi, denizden içerilere dönüş vaktine kurulu. Vakit, her zamanki gibi, ikindi-akşam arası. Yıllar geçtikçe adım adım karaltılı yazılara meyletmiş olan kalemimle böyle mavili bir anlatıyı ilk kez kağıda geçiriyorum. Karanlıkta kalışların, üstü örtülmüşlerin, yitmeye yüz tutmuşların, yitiğe yüz sürüşlerin, yüzünde maske taşıyışların, saklambaçta ebe olup sonsuzdan geriye sayışların, yığılmaların, yıkılmaların, iğneyle kuyu kazışların, derin derin solumaların, serin serin susuşların, yükseğe düşmelerin, aşağıya çıkmaların, sessizliğe seslenmelerin sadık anlatıcısı olan kalemim… Mezar taşı yosun tutmuş ukdelerin kısık kısık haykırışlarının, boğum boğum boğuntularının bunca yıl gerek sözcüsü gerek söylevcisi olmuş kalemimle çizilen bir maviye övgü tablosu. İlk kez.
Yıllarca denize anlattım içimde yükselenlerden düşen her çağıltıyı. Derinlerden fışkıran her bağırtıyı… İçime kaçmış bir dünyayı... İçimden kaçan bir rüyayı… Ruhumu kanatan kıymıkları… Anlattım, dinledi deniz. Önkoşulsuz ve önkabulsüz dinledi. Sınırlı sürelerdeki her buluşmamızda. Hiçbir zaman öğüt vermedi, öneri getirmedi, eleştirmedi, yargılamadı. En önemlisi, “Neden?” demedi. Anladı. Bu yüzden böylesine engindi işte, böylesine büyük... Dinler, dinlendirirdi. Tüm zamanların en büyük bilgesiydi deniz. Tüm sırların tek ketum katibi. Ona gitmelerimden, koşmalarımdan, kaçmalarımdan, sokulmalarımdan, sığınmalarımdan sonra asla aynı dönmedim geriye. Emin olmak konusunda karnesi kötü birinin en emin olduğu bir gerçekti bu. Deniz hep sağalttı beni. Rüzgar bekleyen hayallerin yelkenlerine üfledi yeniden. Deniz hep okudu beni; yazdıklarını kalemimin.
Hırçın dalgaların dövdüğü dev bir kayalığın kaderini yüklenmişti kalemim. Dalgalar çarptıkça daha da sivrildi, keskinleşti. Yumuşak yaşamlara batan sivri kalemim… Dök sen de biriktirdiklerini!
Uzaklara sefere gönderdiğim görkemli hayallerim, her seferinde birer hayalet gemiye dönüştü benim. Martılar, yitik kaptanlarımın çıldırış seslerini taklit ettiler hep. Pusulamın manyetiğini bozdu nemli paslı ukdelerim. Haritalarımı kemirdi, ambarda aç kalan maskelerim.
Tek hazinemdir sözcüklerim. Hepsi de sıkı sıkıya kapalı birer istiridyedir. İçinde inci değil, incinmeler gizlidir. Bir inci uğruna bin istiridyeyi harcayanların bulacağı, hiçbir şeydir.
Gidip de dönmeyenlerimin anısına, görünmez anıtlar diktim koyu yeşil şişelerin kıyıya vurduğu sahilin serin kumlarına. Her bir şişe için yosun kokulu ağıtlar söyledim. Ahtapot misali sarıp sarmalayan bir gecedeydim. Ay ışığını yansıtan ışıklı suda kaydırdığım taşlara adımı çiziktirdim. Bodoslama daldığım düşlerimde düştüğüm o yerdeydim. Gecenin yumuşak serinliğinin pamuk ipliğine ipsiz bir kuyuda yankılanmış anlatılarımı dizdim.
Bilmiştim. Herkes balıktı, bense denizatı... Salınırdım aranızda; bir emanet taşırdım sırtımda. Acelem yoktu. Çevrem çılgınca devinip dururken üstelik. Zaman geldi geçti; herkes ulaştı gideceği yere. Öbek öbek. Bunca koşuşturmanın varacağı yerler vardı kuşkusuz. O yerlere vardınız. Artık yoktunuz.
Kıyı, hayatın da kıyısıydı. Çekilirdim. Çekimlenirdim. Denize dönük yanım yoğunlaşırken diğer yanım seyrelirdi. Yerçekimine eş bir güçtü denizçekimi. Bıraksaydım kendimi, bir gemide buluverseydim. Gemiciler sadece gözlerime bakıp anlasalardı derdimi. Sorgu sual etmeksizin kabul etselerdi beni. Deniz suyunda yıkansaydım. Üzerime yapışan tüm sıfatlardan ve unvanlardan arınsaydım. Yol alsaydım. Yol, beni…

Kıyıdayım. Kalemim beyaz sayfalarda geziniyor. Akşama doğru. Akşama yakın. Dalgalar her zamanki gibi köpük köpük sesleniyor. Kaç işi duyuyor, anlıyor?
Yaşamım boyunca ertelediğim, ötelediğim, cebe attığım, “Sonra bakarız.” dediğim şeyler oldu hep. Harıl harıl yığınak yaparken herkes, ben deniz kokulu sağanaklarda demleniyordum o sıralar. Bekledim durdum. Bekledim. Durdum. Onca bekleyişin hesabını dökmüyorum artık ama kendimi tüm varlığımla denizçekimine bırakmamış olmayı, bu çağrıya uymamış olmayı… Cümlenin gerisi, karşımdaki ufuk çizgisinin ötesinde gizli. Uzaklarda bir şişe içinde yol alıyordur belki.

Kıyıdayım. Ateş-kızıl gökyüzü ile alev-mavi suyun birlik vakti. Açıkta bir balıkçı teknesi. Ağlarını çekiyor ağırdan. Ağlar ağırlaşıyor. Ağır ağır çıkıyor sudan. Ağlar bitimsiz bir çağrının bağrından çıkanlarla dolu. Birikiyor. Karşıda, kuru topraktaki bir kökün ayakuçları ağrıyor. Ağların düğümleri ağlıyor. Ağlar uzaktan bakan geçkin ve göçkün bir yüreği ağlatıyor. Ağlar serin mavi bir özlemi ağartıyor. Ağızda saklanan eski tatlar ağdalanıyor. Ağılanan bir bekleyiş, sırdaş bir kalemin ucunda ağırlaşıyor. Ağlar efsunlu konuklarını ağırlıyor. Ağlar katman katman katlanıyor. Ağlar ağır ağır ağıt yakıyor. Ağğ!