7 Şubat 2018

DÜŞ ÇIKMAZI


 (TERSYÜZ ÖYKÜLER, NO.1)



Uyandım. Susamıştım. Boğazım tahta gibiydi. Dilim damağıma yapışıyordu. Yatak başlığının sağındaki düğmeye bastım, sarı ışık odayı aydınlattı. Küçük buzdolabını açtım. İçi boştu. Banyoya geçtim. Çeşmeyi açtım. Su akmadı. Parlak kolu birkaç kez indirip kaldırdım. Suların kesik olduğundan emin olma ritüeline uyup çeşme deliğine birkaç kez vurdum. Damla su yoktu.
Yatağa döndüm. Resepsiyonu aradım. Çalma sesi uzadıkça uzadı. Açan olmadı. Bir daha denedim. Sonuç değişmedi. Alt tarafı su isteyecektim. Sinirlendim. Ahizeyi sertçe kapadım.
Bakışlarımı yere çivileyip ne yapabileceğimi düşündüm. Tekrar uyumak en iyisiydi. Yorganın içine girip ışığı kapadım. Ağzım çöl kumuyla doluydu sanki. Yutkunmak bile güçleşmişti. Sağa döndüm, sola döndüm, sırt üstü yattım. Sağa döndüm, sola döndüm, sırt üstü yattım. Serbest düşüş, kütük, asker, denizyıldızı, hasret çekme, cenin pozisyonlarını sırayla denedim. Yorulunca uykum geldi. Uyku ile uyanıklık arası o garip boyutta, rüya ile gerçeklik arasında, rüyaya daha yakın, kısa süre sonra rüyada ağzımda sakız vardı. Çiğnedikçe büyüyor, büyüdükçe yapış yapış oluyordu. Tükürmek istedim. Tüküremedim. Çaresizce çiğnemeyi sürdürdüm. Sakız öylesine büyüdü ki neredeyse ağzımın içini doldurdu. Soluk alıp verişim güçleşti. Dilimle dışarı ittim, olmadı. Çenem basınçtan kopacaktı sanki. Bağırmak istedim, bağıramadım. Korkudan delirecektim. Can havliyle parmaklarımı ağzıma soktum. Sakız ellerime yapıştı, çektikçe ip gibi uzadı. Ardı arkası kesilmiyordu. Ağzımdan dışarıya beyaz macun akıyordu. Kusuyormuşçasına kasılıp titredim.
Gözümü açtığımda dilimi damağıma değdirip değdirip çekiyordum. Şak şuk sesleri kulağımı gıcıklıyordu. Boğazım kuruluktan acıyordu. Dilim çaresizce dudaklarımda gezindi, bir şey bulamayınca umutsuzca içeri girdi.
Sinirlendim. Üzerimdeki yorganı yırtar gibi çekip attım. Işığı açtım. Emin olmak için buzdolabına bir daha göz attım. Çeşmeleri kontrol ettim. Resepsiyona telefon ettim. Sonuç değişmedi.
Aşağıya inmeye karar verdim. Belki ortalıkta dolaşan bir görevliye denk gelirdim. Olmazsa restorana bakardım. Otelden çıkıp sokak sokak market aramaya bile razıydım. Bir şişe su için cüzdanımı boşaltabilirdim.
Giyinip odadan çıktım. Ters T biçimli bir koridordaydım. T’nin sol ucundaki oda benimkiydi. Yürüyüp koridorun uzun ana bölümüne geçtiğim sırada gördüğüm şey soluğumu kesti. Başıma yıldırım düştü, gözlerimden elektrik fışkırdı sanki. Bedenim sımsıcak bir yataktan kalkıp buz gibi bir göle dalarcasına titredi. Tam karşımda bir kadın, tavandan baş aşağı asılıydı.
Kupkuru ağzım açık kalmıştı. Korku ve şaşkınlıktan delicesine çarpan kalbimin damarlarıma pompaladığı sıcak kan, buz kesmiş bedenimi çözmeye yetmiyordu. Aklımı mı kaçırıyordum? Uçuk kaçık bir rüya mı görüyordum? Sakızlı rüyadan uyanmamış mıydım yoksa? Rüyamda rüyadan uyandığımı mı görmüştüm? Uyanıktım da sanrı mıydı bu karşımdaki manzara? 
Kendime hakim olup olayın ayrıntılarına odaklanmaya çalıştım. Üç beş metre ötemde tavanda ters duran bir kadın vardı. Konuşmadan, hareket etmeden duran ve gayet doğal bir bakışla beni izleyen bir kadın. Şaşkınlığımı baskılayıp dikkatimi  daha da yoğunlaştırınca can alıcı ayrıntıyı yakaladım. Ayaklarından bir ip ya da zincirle baş aşağı asılmış değildi. Saçları… Uzun saçları aşağı sarkmıyordu. Yapıştırılmış gibi omuzlarındaydı. İnanılır gibi değildi. Kadının böyle rahat durabilmesinin tek bir açıklaması vardı. Bastığı yer benim için tavan, onun için zemindi. Çift yerçekimli bir ortamdaydık sanki.
Koridorun arkası dalgalanarak uzayıp gidiyordu gözümde. Gözlerimi kırpıştırdım. Oda kapılarını algıladım ilkin. Bazılarının numaraları tersti. Kapı kolları da tersti; kimisinde sağda, kimisinde soldaydı. Koridoru yuvarlak duvar lambaları aydınlatıyordu. Lambalar her iki düzlemin de orta noktasına denk geliyordu. 
Başım dönmeye, midem bulanmaya, burun deliklerim titremeye başladı. Karnım yumruk yemiş gibi kasıldı. Dişlerimi sıktım. Yakıcı bir şeyler midemden yükselip boğazıma ulaştı. Kurumuş boğazımı yakıp geçti. Duvara tutundum. Körkütük sarhoşmuşum gibi sarsılıyordum. Sırtımı duvara dönüp yasladım. Sürtüne sürtüne yere çöktüm. Dizlerimi karnıma çektim, iki büklüm oldum. Kulaklarım acıyarak uğulduyordu. Başımı eğip kollarımın arasına siper ettim. Gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Hiçbir şey görmek istemiyordum. Titremeye başlamıştım ki tavandan üzerime o cümleler döküldü.
“İyi misiniz? Bir bardak su ister misiniz?”
Su lafını duyar duymaz hücrelerim ışık hızıyla uyandı. Kan kokusu almış vampir gibi irkilip başımı hızla yukarı kaldırdım. Tepeden sarkan kadın yakınıma kadar gelmiş, merhamet dolu gülümseyen gözlerle bana bakıyordu. Susuzluğum öylesine artmıştı ki içinde bulunduğum akıl almaz durumu bir an umursamadım. Tepeye bakıp konuştum.
“E… Evet, istiyorum…”
Kadın gülümsedi, en yakındaki ters kapıya yöneldi, odaya girdi. Koridoru sessizlik bastı. Bir anlığına tüm bu garipliklerin çöllerdeki gibi aşırı sıcağın ve susuzluğun yol açtığı bir serap olduğunu düşündüm. Gözümü kapayıp açacaktım, her şey düzelecekti. Kadın o odadan çıkmayacaktı. Bir kadın yoktu. Ama ama… Olmalıydı. Mutlaka çıkmalıydı. Çabucak dönmeliydi. Su getirmeliydi bana. Su!
Kadın odadan çıktı. Bir elinde su dolu bir sürahi, diğerinde ışıl ışıl parlayan bir bardak vardı. Gözlerim parladı. Ayağa kalktım. Kadın bardağı suyla doldurdu. Elime nasıl alacağımı düşündüm o an. Ters bardaktan nasıl su içebilirdim ki? Gözlerimde yanıp tutuşan soruyu anlamışçasına açıkladı.
“Elden ele geçirdiğimizde bardak senin düzlemine geçecek. Ben bırakacağım, sen de eline alır almaz bardağı hızla ters çevirmelisin.”
Saçma görünse de elimi yukarıya uzattım. O an su dışında hiçbir şeyin önemi yoktu. Su içebilmek için gerekirse tavana zıplayıp maymun gibi baş aşağı sallanmaya, bağırıp çağırıp el çırpmaya razıydım.
Elimi uzattım, elini uzattı. Bardağa dokundum. İçi su dolu ters bir bardağa dokunmak akıl alır gibi değildi. Aklımın bir şey almasına gerek yoktu, midem su alsın yeterdi. Bardağı kavradım. İkimizin de eli bardaktaydı. “Hazır ol, bırakıyorum.” dedi. Parmaklarını yavaş yavaş açtı. Temas kesildiği anda bardağı hızla çevirip düzelttim. İster istemez suyun bir kısmı yere döküldü. Yine de yarısından çoğunu kurtarmayı başarmıştım.
Kana kana içtim suyu. Sonra bir tane daha, bir tane daha… Sonunda sürahiyi alıp kafama diktim. Susuzluğum geçer geçmez dudaklarımda uyuşma hissettim, sonra yüzümde, sonra başımın tamamında. Bedenim gevşedikçe gevşiyordu. Yumuşak bir yatağın içine çekiliyordum sanki. Sarhoşluğa benzer bir duyguydu.
Öfkeyle kadının yüzüne baktım. “Bana ne içirdin sen?” demek istedim, diyemedim. Uyuşukluk her yanımı sarmıştı. Kadın hiçbir şey yokmuş gibi tepeden sarkmaya, sabit gözlerle bakmaya devam ediyordu.
Olduğum yere çöktüm. Dayanamayarak yana devrildim. Gözlerim kapanıyordu. Hızla dönen bir lunapark oyuncağının içindeydim sanki. Merkezkaç etkisindeymişçesine içim dışıma çekiliyordu. Mekan algımı yitirmek üzereydim. İçimde delicesine dönen bir şeyler vardı. İçime lunapark kaçmıştı.

Gözümü açtığımda dilimi damağıma değdirip değdirip çekiyordum. Şak şuk sesleri kulağımı gıcıklıyordu. Boğazım kuruluktan acıyordu. Dilim çaresizce dudaklarımda gezindi, bir şey bulamayınca umutsuzca içeri girdi.
Koridordaydım. Duvar dibinde öylece yatıyordum. Zorlanarak ayağa kalktım. Başım sersemlemişti. Hafızam parça parça dökülüyordu. Kara bulutların arasından süzülen güneş ışınlarının yaktığı parçalı aydınlıklar üzerinde duruyor gibiydim. Film şeridi gibi dönen görüntüler sıralandı gözlerimin perdesinde. Tepeden sarkan kadın, ters kapılar, su dolu sürahi, bardak… Ne çılgın bir rüyaydı böyle! Koridorda ne işim vardı? İçkiyi fazla kaçırmıştım sanırım.
Ayağa kalktım. Beni bu halde kimsenin görmemiş olmasını umarak hızla odama yöneldim. Oda kartını cebimden çıkarıp kapı kolunun üstündeki yuvaya soktum. Kırmızı ışık yeşile dönmedi. Birkaç kez denedim, sonuç değişmedi. Sinirlendim. Sağa sola amaçsızca bakınırken koridorun diğer ucundaki ters duran kapıyı görünce göğsümü hayali bir ok delip geçti. Kalbimde bekleşip duran yarış atları için kapılar açıldı, atlar delicesine koşmaya başladı. Soluk almayı unuttum bir an, ciğerlerim kıvranınca hatırladım. Göğsümdeki gümbürtü, derin derin soluk alıp verişlerim kulaklarımda yankılanıyordu. Bacaklarımı güçsüz birer dal gibi duyumsuyordum.
Yürüdüm. Ters kapının önünde durdum. Ters duran numarasını içimden seslendirdim. Elimdeki karta baktım. Numaralar aynıydı. Boğazım yumrulandı. Asitli kusmuğumu yuttum.
Ne kadar süre orada öylece durduğumu bilmiyordum. Neden sonra ters duran deliğe kartımı soktum. Kırmızı ışık yeşile döndü, kapı açıldı. Bacaklarım titreye titreye içeri girdim. Kartı diğer yuvaya soktum. Işıkları açtım. Yatak, komodin, buzdolabı, bavulum, terliklerim, şu bu... Her şey tavandaydı. Tersti.
Koşarak kaçtım odadan, ana koridora döndüğüm anda onu görüp durdum. O! Oydu işte! Kadın, o kadın, bana su veren kadın! Karşımdaydı. Tepeden sarkmıyordu. Benimle aynı düzlemdeydi. Gülümsüyordu.
Bir kapı açıldı sonra, bir başka kapı daha. Ters kapıların tamamı kapalıydı. Düz kapıların hepsi teker teker açılıyordu, odalardan sızan ışıklar loş koridora dökülüyordu. Odalardan insanlar çıkıyordu. Deliliğin sınırındaydım. Bir deli için sınırda olmanın ne anlamı olabilirdi ki? Bir deli için doğru-yanlış, gerçek-sanrı, düz-ters diye bir fark var mıydı sanki?
İçimde birdenbire parlayan bir itkiyle karşımdaki kalabalığı yararak deli gibi koşmaya başladım. Yanlarından geçerken bulanık sabit bakışları gördüm sadece. Koridorun öbür ucuna doğru ardıma bakmadan koştum. Uca varınca aniden durdum. Yol bitmişti. Soluk soluğa kalmıştım. Geriye dönüp baktım. Hepsi de ötede öylece durmuş bana bakıyorlardı.
Başım dönmeye, midem bulanmaya, burun deliklerim titremeye başladı. Karnım yumruk yemiş gibi kasıldı. Dişlerimi sıktım. Yakıcı bir şeyler midemden yükselip boğazıma ulaştı. Kurumuş boğazımı yakıp geçti. Duvara tutundum. Körkütük sarhoşmuşum gibi sarsılıyordum. Sırtımı duvara dönüp yasladım. Sürtüne sürtüne yere çöktüm. Dizlerimi karnıma çektim, iki büklüm oldum. Kulaklarım acıyarak uğulduyordu. Başımı eğip kollarımın arasına siper ettim. Gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Hiçbir şey görmek istemiyordum. Titremeye başlamıştım ki tavandan üzerime o cümleler döküldü.
“İyi misiniz? Bir bardak su ister misiniz?”