Yalnızdım, yalnızdın, karşılaştık.
Artık yalnızız.
Artık yalnızız.
Burnuma metro kokusu
doldu. Islak paslı demir, plastik, gaz, rutubet karışımı bir koku. Kartımı
turnikeye okutup geçtim. Ne kadar param kaldığına bakmadım. Çantamın omzumdan düşen
kemerini yakalayıp yukarı doğru çektim. Yürüyen merdivene geçip modern zaman
geleneğine uyarak sağda durdum.
Fabrikalardaki yürüyen
bantlar misali merdivenler yüklerini ağır ağır taşıyordu. Sabahın erken
saatlerinde sağlam gönderilen ürünler, gecenin geç saatlerinde yıpranmış olarak
geri toplanıyordu. Uyuyup dinlenerek kendi bakım ve onarımını yapabilen
biyolojik robotlar, yarın yine erken saatte, yürüyen zeminler vasıtasıyla
taşınıp çalışma hayatına bırakılacak; günlük kullanımı sonlanınca da yine geri çağırılacak.
Merdivenden inip
yürüdüm. Peronda bekleyen sayısı azdı. Kocaman rendeye benzeyen koltuğa
oturdum. Trenin ne zaman istasyonda olacağını gösteren pano karanlıktı.
Telefondan sefer saatlerine bakmak istedim, servis düşüktü, internete
giremedim.
Çantamdan kitabımı
çıkardım. Her gün en fazla yirmi-otuz sayfa okuyabiliyordum. Bir gecede yüz-yüz
elli sayfa okuduğumuz zamanlardan geriye kalan…
Beş-altı sayfa sonra gözlerim
yoruldu, bakışlarım karşıya kaydı. Oradaki pano trenin gelmesine dokuz dakika
kaldığını bildiriyordu. Bekleyenlerin kimisi oturuyor, kimisi kazık gibi ayakta
dikiliyordu.
Aydınlığa boğulmuş
yüksekçe iki bekleme yeri arasında alçakta karanlıkta parlayan ve iki hat halinde
uzanan raylar. Çiğ bir tezatlık. Burada bekleyenler-karşıda bekleyenler… Sanki
iki farklı dünyanın yolcuları gibi. Sanki oradakilerle bu taraftakiler asla
buluşamazlarmış gibi. Sanki oraya sadece öteden bakabilirmişiz gibi. “Sarı
çizgiyi geçmeyiniz.”
Topuk sesi duyuldu
önce. Kendisinden emin. Lacivert bir kaban. Somon rengi kazak. Gri kaşe etek.
Diz hizasında. Siyah çizmeler. Siyah çanta. Koltuğa oturdu. Bembeyaz bir el,
kucaktaki çantayı açtı. Sigara. Değil. Cep telefonu. Ekranı uyandırdı. Işık
yüzünü aydınlattı. Ay doğdu. Gözkapaklarında koyuluk. Koyu renk far.
Ekranı kapattı.
Telefonu çantasına geri koydu. Başını kaldırdı. Koyu kestane. At kuyruğu. Kılıç misali kaşlar. Divan şairlerinin yüreğine korku salacak türden.
Göz göze geldik. Her
zaman yaptığım gibi bakışlarımı kaçıramadım bu kez. Dilim dudağım çöl gibi
kurumuş da ağzımı çeşmeye dayayıp kana kana su içmek istiyordum sanki. Ruhumun çölüne yağmur yağıyordu. Her zaman kaçamak olan gözlerim kapana kısılmıştı.
Bakmazsam nefessiz, susuz, ekmeksiz kalacakmışım gibi hissediyordum. Bakmazsam
ihanet edecekmişim, hain ilan edilecekmişim gibi. Bakmazsam ölecekmişim gibi.
Başını panoya çevirdi.
Trenin gelmesine sekiz dakika vardı. Ayakuçlarına dikti gözlerini. Topuklarını
yerde tutarak çizmelerinin önlerini kaldırdı ve sonra indirdi. Ellerine baktı.
Bana baktı.
Kafamı kaldırdığımda bana
bakıyordu. Başını çevirir sandım, çevirmedi. Başımı çevirdim. Panoya baktım. Ayakuçlarıma
baktım. Ellerime baktım. Hazırlık turunu tamamladıktan sonra tekrar ona baktım.
Gözlerini kaçırmamıştı. Gözlerimi kaçırdım.
Hafif uzun, kumral
saçlar. Keçi sakal. Koyu yeşil parka. Taşlanmış mavi kot. Siyah botlar. Koyu
kahverengi çanta. Elde kitap. Sağ el işaret parmağı sayfa ayracı görevinde.
“Neden o?” dediklerinde
“Çünkü o?” diyeceğim bir duruma düşüyordum, farkındaydım ama engel olamıyordum.
Alakasız bir yerde ve zamanda, bu kadar hızlı… Evet, tam da böyle olduğu için.
Bir formülü olmadığı için. Zamansız geleceği ve asla gönderilemeyeceği için.
Tekrar baktım. Hayranlık,
şaşkınlık ve endişeyi karıp yoğurmuş o çekingen çocuksu bakışları gördüm. Sadece
gözler böyle bir karışımı kusursuzca hazırlayıp sunabilir.
Şaşkındım. Hayranlığa
gömülüyordum ve korkuyordum kapılmaktan, çıkamamaktan. Hayranlık, hoşlanma… Bu
tül gibi ince sözcükler, aceleciliği sevmeyen garantici insanların dokudukları
bir örtüydü gerçek duygularını gizleyen.
“Aşık oldum, çarpıldım,
tutuldum, vuruldum…” demeyi ani verilmiş karar diye bellemişsindir; sade, duru
bir şiirsellik arar bulursun. “Hayran oldum…” Oysa düpedüz aşık olmuş, çarpılmış,
tutulmuş, vurulmuşsundur.
Büyük bir keşfe çok yaklaştığını
sezen bir kaşifsindir artık. Onu tanıyacak, bilecek, ruhunu haritalandıracak,
keşfedeceksindir. O da seni öğrenecektir acele etmeksizin sindire sindire. Ortak
alanlar bulunacaktır ve karşıt kamplar da aynı zamanda. Kendinden bir parça
gibi gördüğün izlerde yürüyeceksindir birlikte. Dokunacaksındır kendine dokunur
gibi teklifsiz ve doğal.
Düşüncelerini okur
gibiydim. Sözlü iletişimin ötesinde, sözcüklere dökülmeyen bir dili bilen o ve
ben, karşılaşmıştık işte burada. Dilini bilmediğin yabancı bir ülkede karşılaştığın
birisinin sadece davranışlarından hareketle yurttaşın olduğunu anlamak gibi.
Adım adım yürürken onun
içine, adım adım ona dönüştüğünü görürsün o ana dek çözümleyemediğin parçalarının.
En başından beri ona aittir aslında, bunca zaman karşılaşmadığın için
tanıyamamışsındır sadece. Onu gördükten sonra tanımış…
Durup dururken aklından
geçeni söyler mesela ve sen buna şaşırmazsın asla. Bir gülümseme, içten ve
ışıltılı bir bakış en etkileyici cümlelerden üstündür kimi zaman. Birbirleriyle
eşleşen oyuncak parçaları gibisinizdir artık. Boşlukların onunla dolar,
bütünleşirsiniz.
Bakışlarını
kaçırmıyordu artık, konuşuyorduk, anlaşıyorduk, biliyorduk. Hep beklenen,
beklendiği bile unutulan bazen, bir yerlerde yaşadığına inandığın, “Kim bilir
nerede?” dediğin, bir gün mutlaka karşılaşacağını bildiğin ve o olduğunu kuşku
duymaksızın anlayacağını hissettiğin kişi, işte orada karşındaydı, sen de onun karşısındaydın.
Tamamlanmak ondan
aldıklarınla ve tamamlamak onu. Bütünlenmek. Bireşime ulaşmak. Büyüleyici bir
göğün altında, ipeksi bir zamanın yumuşak dokunuşlarında doyasıya yaşamak
onunla. Kavuşmak her gün, her saat, her saniye.
Sonra… Ama sonra…
Tamamlanmak
amaçsızlaşmaktır aynı zamanda. Görev tamamlanmıştır. Bireyselleşme baş gösterir
ilkin, sonra bencilleşme. Birleşim yerleri aşınır, bireşim çözülmeye yüz tutar.
Sıradanlaşma ve tekdüzeleşme, parçalanıp dağılmanın yaklaşmakta olduğunu haber
verir. Sirenler çalar içinde bir yerlerde boğuk boğuk. Bulanıklaşır gökyüzü,
sertleşip pürüzlenir zaman.
Parmağı hâlâ kitap
ayracı görevindeydi. Unutmak istemediği bir şeyler varmış gibi. Zamanı
durdurmak mümkünmüş gibi. Kıpırdansa büyü bozulacakmış gibi. Korkuyordu. Büyünün
bozulmasından değil; sondan, sonu tatmaktan.
Doymak için yer insan,
doyunca anlamı yoktur doymak için yaptıklarının. Dolmak için açarsın kendini ve
taşmaya başlarsın sonunda. Tamamdır, tamamsındır. Ondan aldıklarını kendine
katıştırmışsındır. Dönüştürmüşsündür. Hepsi senindir artık, sendir. Ondan
geriye bir şey kalmamıştır sende, onda da senden bir şeyler yoktur artık.
Alışkanlıkların yararı
vardır ama sevdada alışkanlık çürüme başlangıcıdır. Alışkanlıkları terk etmek zor
olsa da acıtsa da biz bırakırız ilkin. Çekip gitmekten ötesidir bu. Önce o gitmiş
olsa bile biz ondan da önce uzaklara varmışızdır çoktan. Et ve kemik yığını
kalmıştır bizden geriye. Önce biz bırakırız, inanmazsınız.
Biliyorum, gidiyorsun.
Bitmeyecek gibi başlayan şeyler gün gelir biter mutlaka. “Bitmeyeceğine
inanıyorum.” cümlesinin ruhun derinliklerine ulaşan tek bir yankısı vardır,
“Biteceğine inanmayı erteliyorum.”
Gidiyorum, biliyorsun,
hep biliyordun. Sadece ikna olmayı öteliyordun. Biter. Hiçbir hayal yarım
kalmaz, hepsi bir gün mutlaka biter. Hayatın bittiği bir gerçeklik düzleminde
birisine “hayatım” demenin çelişkisini bilmeden yaşar insanlar. Belki de
bilerek söylerler bunu, “Hayat gibi, bir gün bitecek aramızdaki her şey.”
... 1 DAKİKA
Dijital pano,
trenin gelmesine bir dakika kaldığını gösteriyordu. Diğer taraftaki pano hâlâ
karanlıktı.
İkisinin de bakışları
yorgundu, alışkanlıktan ibaretti, usuldendi. Çocukluktan kalma bir sevinç, yeni
bir ayakkabı giymenin coşkusuyla harmanlanan o ilgi, merak, heyecan, özen ve
titizliğin zamanla eskiyen ayakkabıyla birlikte eskimesi, sönükleşmesi ve
sonunda tükenmesi gibiydi ilişkileri ve tüm ilişkiler.
Birbirine çarpıp
sürtünen çelik halatların sesine benzer bir ses duyuldu derinden, tünellerin
birinden. Hafif ve yumuşak bir hava akımı yüzlerini okşadı. Karanlıktan gelen ses daha da yükseldi.
Trenin ışığı karanlığı deldi, ardından da yırttı. Aynı anda diğer taraftaki
trenin karanlığı yaran ışığı göründü.
Yaşanmışlığın durağanlaştırdığı
bitkin bakışlarını devasa bir kılıç gibi böldü tren. Birkaç saniye sonra da
diğeri perçinledi bölünmeyi. Trenler yavaşladı. Trenler durdu. İnsanlar indi.
İnsanlar bindi.
Pencere kenarına oturdu
adam. Pencere kenarına oturdu kadın. Kapıların kapanacağını bildiren uyarı sesi
duyuldu. Kapılar kapandı. Camlardaki silik yansımalarının ardından birbirlerine
baktılar son kez. Vedalaştılar.
Trenler aynı anda ayrı
yönlere hareket etti. Bakışları birbirinden koptu. Yarı karanlık tünelin yarı
aydınlık duvarları uzayıp gidiyordu sonsuzca.