17 Ocak 2018

YALNIZIZ


Yalnızdım, yalnızdın, karşılaştık.
Artık yalnızız.



Burnuma metro kokusu doldu. Islak paslı demir, plastik, gaz, rutubet karışımı bir koku. Kartımı turnikeye okutup geçtim. Ne kadar param kaldığına bakmadım. Çantamın omzumdan düşen kemerini yakalayıp yukarı doğru çektim. Yürüyen merdivene geçip modern zaman geleneğine uyarak sağda durdum.
Fabrikalardaki yürüyen bantlar misali merdivenler yüklerini ağır ağır taşıyordu. Sabahın erken saatlerinde sağlam gönderilen ürünler, gecenin geç saatlerinde yıpranmış olarak geri toplanıyordu. Uyuyup dinlenerek kendi bakım ve onarımını yapabilen biyolojik robotlar, yarın yine erken saatte, yürüyen zeminler vasıtasıyla taşınıp çalışma hayatına bırakılacak; günlük kullanımı sonlanınca da yine geri çağırılacak.
Merdivenden inip yürüdüm. Peronda bekleyen sayısı azdı. Kocaman rendeye benzeyen koltuğa oturdum. Trenin ne zaman istasyonda olacağını gösteren pano karanlıktı. Telefondan sefer saatlerine bakmak istedim, servis düşüktü, internete giremedim.
Çantamdan kitabımı çıkardım. Her gün en fazla yirmi-otuz sayfa okuyabiliyordum. Bir gecede yüz-yüz elli sayfa okuduğumuz zamanlardan geriye kalan…
Beş-altı sayfa sonra gözlerim yoruldu, bakışlarım karşıya kaydı. Oradaki pano trenin gelmesine dokuz dakika kaldığını bildiriyordu. Bekleyenlerin kimisi oturuyor, kimisi kazık gibi ayakta dikiliyordu.
Aydınlığa boğulmuş yüksekçe iki bekleme yeri arasında alçakta karanlıkta parlayan ve iki hat halinde uzanan raylar. Çiğ bir tezatlık. Burada bekleyenler-karşıda bekleyenler… Sanki iki farklı dünyanın yolcuları gibi. Sanki oradakilerle bu taraftakiler asla buluşamazlarmış gibi. Sanki oraya sadece öteden bakabilirmişiz gibi. “Sarı çizgiyi geçmeyiniz.”
Topuk sesi duyuldu önce. Kendisinden emin. Lacivert bir kaban. Somon rengi kazak. Gri kaşe etek. Diz hizasında. Siyah çizmeler. Siyah çanta. Koltuğa oturdu. Bembeyaz bir el, kucaktaki çantayı açtı. Sigara. Değil. Cep telefonu. Ekranı uyandırdı. Işık yüzünü aydınlattı. Ay doğdu. Gözkapaklarında koyuluk. Koyu renk far.
Ekranı kapattı. Telefonu çantasına geri koydu. Başını kaldırdı. Koyu kestane. At kuyruğu. Kılıç misali kaşlar. Divan şairlerinin yüreğine korku salacak türden.
Göz göze geldik. Her zaman yaptığım gibi bakışlarımı kaçıramadım bu kez. Dilim dudağım çöl gibi kurumuş da ağzımı çeşmeye dayayıp kana kana su içmek istiyordum sanki. Ruhumun çölüne yağmur yağıyordu. Her zaman kaçamak olan gözlerim kapana kısılmıştı. Bakmazsam nefessiz, susuz, ekmeksiz kalacakmışım gibi hissediyordum. Bakmazsam ihanet edecekmişim, hain ilan edilecekmişim gibi. Bakmazsam ölecekmişim gibi.
Başını panoya çevirdi. Trenin gelmesine sekiz dakika vardı. Ayakuçlarına dikti gözlerini. Topuklarını yerde tutarak çizmelerinin önlerini kaldırdı ve sonra indirdi. Ellerine baktı. Bana baktı.


Kafamı kaldırdığımda bana bakıyordu. Başını çevirir sandım, çevirmedi. Başımı çevirdim. Panoya baktım. Ayakuçlarıma baktım. Ellerime baktım. Hazırlık turunu tamamladıktan sonra tekrar ona baktım. Gözlerini kaçırmamıştı. Gözlerimi kaçırdım.
Hafif uzun, kumral saçlar. Keçi sakal. Koyu yeşil parka. Taşlanmış mavi kot. Siyah botlar. Koyu kahverengi çanta. Elde kitap. Sağ el işaret parmağı sayfa ayracı görevinde.
“Neden o?” dediklerinde “Çünkü o?” diyeceğim bir duruma düşüyordum, farkındaydım ama engel olamıyordum. Alakasız bir yerde ve zamanda, bu kadar hızlı… Evet, tam da böyle olduğu için. Bir formülü olmadığı için. Zamansız geleceği ve asla gönderilemeyeceği için.
Tekrar baktım. Hayranlık, şaşkınlık ve endişeyi karıp yoğurmuş o çekingen çocuksu bakışları gördüm. Sadece gözler böyle bir karışımı kusursuzca hazırlayıp sunabilir.


Şaşkındım. Hayranlığa gömülüyordum ve korkuyordum kapılmaktan, çıkamamaktan. Hayranlık, hoşlanma… Bu tül gibi ince sözcükler, aceleciliği sevmeyen garantici insanların dokudukları bir örtüydü gerçek duygularını gizleyen.
“Aşık oldum, çarpıldım, tutuldum, vuruldum…” demeyi ani verilmiş karar diye bellemişsindir; sade, duru bir şiirsellik arar bulursun. “Hayran oldum…” Oysa düpedüz aşık olmuş, çarpılmış, tutulmuş, vurulmuşsundur.
Büyük bir keşfe çok yaklaştığını sezen bir kaşifsindir artık. Onu tanıyacak, bilecek, ruhunu haritalandıracak, keşfedeceksindir. O da seni öğrenecektir acele etmeksizin sindire sindire. Ortak alanlar bulunacaktır ve karşıt kamplar da aynı zamanda. Kendinden bir parça gibi gördüğün izlerde yürüyeceksindir birlikte. Dokunacaksındır kendine dokunur gibi teklifsiz ve doğal.


Düşüncelerini okur gibiydim. Sözlü iletişimin ötesinde, sözcüklere dökülmeyen bir dili bilen o ve ben, karşılaşmıştık işte burada. Dilini bilmediğin yabancı bir ülkede karşılaştığın birisinin sadece davranışlarından hareketle yurttaşın olduğunu anlamak gibi.
Adım adım yürürken onun içine, adım adım ona dönüştüğünü görürsün o ana dek çözümleyemediğin parçalarının. En başından beri ona aittir aslında, bunca zaman karşılaşmadığın için tanıyamamışsındır sadece. Onu gördükten sonra tanımış…
Durup dururken aklından geçeni söyler mesela ve sen buna şaşırmazsın asla. Bir gülümseme, içten ve ışıltılı bir bakış en etkileyici cümlelerden üstündür kimi zaman. Birbirleriyle eşleşen oyuncak parçaları gibisinizdir artık. Boşlukların onunla dolar, bütünleşirsiniz.


Bakışlarını kaçırmıyordu artık, konuşuyorduk, anlaşıyorduk, biliyorduk. Hep beklenen, beklendiği bile unutulan bazen, bir yerlerde yaşadığına inandığın, “Kim bilir nerede?” dediğin, bir gün mutlaka karşılaşacağını bildiğin ve o olduğunu kuşku duymaksızın anlayacağını hissettiğin kişi, işte orada karşındaydı, sen de onun karşısındaydın.
Tamamlanmak ondan aldıklarınla ve tamamlamak onu. Bütünlenmek. Bireşime ulaşmak. Büyüleyici bir göğün altında, ipeksi bir zamanın yumuşak dokunuşlarında doyasıya yaşamak onunla. Kavuşmak her gün, her saat, her saniye.  
Sonra… Ama sonra…
Tamamlanmak amaçsızlaşmaktır aynı zamanda. Görev tamamlanmıştır. Bireyselleşme baş gösterir ilkin, sonra bencilleşme. Birleşim yerleri aşınır, bireşim çözülmeye yüz tutar. Sıradanlaşma ve tekdüzeleşme, parçalanıp dağılmanın yaklaşmakta olduğunu haber verir. Sirenler çalar içinde bir yerlerde boğuk boğuk. Bulanıklaşır gökyüzü, sertleşip pürüzlenir zaman.


Parmağı hâlâ kitap ayracı görevindeydi. Unutmak istemediği bir şeyler varmış gibi. Zamanı durdurmak mümkünmüş gibi. Kıpırdansa büyü bozulacakmış gibi. Korkuyordu. Büyünün bozulmasından değil; sondan, sonu tatmaktan.
Doymak için yer insan, doyunca anlamı yoktur doymak için yaptıklarının. Dolmak için açarsın kendini ve taşmaya başlarsın sonunda. Tamamdır, tamamsındır. Ondan aldıklarını kendine katıştırmışsındır. Dönüştürmüşsündür. Hepsi senindir artık, sendir. Ondan geriye bir şey kalmamıştır sende, onda da senden bir şeyler yoktur artık.
Alışkanlıkların yararı vardır ama sevdada alışkanlık çürüme başlangıcıdır. Alışkanlıkları terk etmek zor olsa da acıtsa da biz bırakırız ilkin. Çekip gitmekten ötesidir bu. Önce o gitmiş olsa bile biz ondan da önce uzaklara varmışızdır çoktan. Et ve kemik yığını kalmıştır bizden geriye. Önce biz bırakırız, inanmazsınız.


Biliyorum, gidiyorsun. Bitmeyecek gibi başlayan şeyler gün gelir biter mutlaka. “Bitmeyeceğine inanıyorum.” cümlesinin ruhun derinliklerine ulaşan tek bir yankısı vardır, “Biteceğine inanmayı erteliyorum.”


Gidiyorum, biliyorsun, hep biliyordun. Sadece ikna olmayı öteliyordun. Biter. Hiçbir hayal yarım kalmaz, hepsi bir gün mutlaka biter. Hayatın bittiği bir gerçeklik düzleminde birisine “hayatım” demenin çelişkisini bilmeden yaşar insanlar. Belki de bilerek söylerler bunu, “Hayat gibi, bir gün bitecek aramızdaki her şey.”

... 1 DAKİKA
Dijital pano, trenin gelmesine bir dakika kaldığını gösteriyordu. Diğer taraftaki pano hâlâ karanlıktı.
İkisinin de bakışları yorgundu, alışkanlıktan ibaretti, usuldendi. Çocukluktan kalma bir sevinç, yeni bir ayakkabı giymenin coşkusuyla harmanlanan o ilgi, merak, heyecan, özen ve titizliğin zamanla eskiyen ayakkabıyla birlikte eskimesi, sönükleşmesi ve sonunda tükenmesi gibiydi ilişkileri ve tüm ilişkiler.
Birbirine çarpıp sürtünen çelik halatların sesine benzer bir ses duyuldu derinden, tünellerin birinden. Hafif ve yumuşak bir hava akımı yüzlerini okşadı. Karanlıktan gelen ses daha da yükseldi. Trenin ışığı karanlığı deldi, ardından da yırttı. Aynı anda diğer taraftaki trenin karanlığı yaran ışığı göründü.
Yaşanmışlığın durağanlaştırdığı bitkin bakışlarını devasa bir kılıç gibi böldü tren. Birkaç saniye sonra da diğeri perçinledi bölünmeyi. Trenler yavaşladı. Trenler durdu. İnsanlar indi. İnsanlar bindi.
Pencere kenarına oturdu adam. Pencere kenarına oturdu kadın. Kapıların kapanacağını bildiren uyarı sesi duyuldu. Kapılar kapandı. Camlardaki silik yansımalarının ardından birbirlerine baktılar son kez. Vedalaştılar.
Trenler aynı anda ayrı yönlere hareket etti. Bakışları birbirinden koptu. Yarı karanlık tünelin yarı aydınlık duvarları uzayıp gidiyordu sonsuzca.