30 Aralık 2017

ASANSÖRDE


İnsan, hafızasındaki kadardır.



Kafasını çevirdiğinde gördüklerine bir iki saniye önceki görüntüler karışıyor, her şey üst üste biniyordu. Park halindeki araba, marketin önündeki dondurma dolabına giriyordu. Dolap, caddenin ortasına düşüyordu. Ağaç, apartmanla bütünleşiyordu. Kavşaktaki çiçekler, yön tabelasına yapışıyordu. Trafik lambaları, kaldırıma çıkıyordu. Kaldırımdaki parke taşlar, duvar gibi karşısına diziliyordu. Görüntüyü ekrana bir iki saniye geç yansıtan uyduruk bir kameranın merceğinden görüyordu sanki etrafı.
Apartmanın bahçesine inen merdivenlerde tökezledi. Durdu, söğüt ağacına selam çaktı. Önüne baktı, söğüdün dalları apartman kapısını sardı. Kafasını kaldırıp apartmana baktı. Tüm ışıklar sönüktü. Bağırmak geldi içinden. Kendisini tuttu. Kıkırdadı.
Kapının önüne geldi. Başı döndü, ileri geri sallandı. Ceplerini karıştırdı. Anahtarı bulup çıkardı. Kapıyı açtı. Posta kutusunda biriken el ilanlarını gördü. Hepsine de dil çıkarıp geçti. “Lanet olası şunlar bunlar!”
Asansöre girdi. 10’a bastı. Bir, “Ne zaman başladı bu gece?” İki, “Bitmesin bu gece, her gece…” Üç, “Hayat tatlı ve sulu bir elmadır,” Dört, “… ısırabildiğin kadar ısır.” Beş, “Ele güne karşı yapayalnız!” Altı, “Böyle de olmaz ki! Bam, bam, bam!” Yedi, “Bam, bir sağ; bam, bir sol kroşe daha!” Sekiz, “Nakavta gidiyoruz!” Dokuz, “Sssssss!”
Işık söndü. Asansör ara katta aniden durdu. Omzunu yana çarptı. Dengesini kaybedip yere düştü. Sızdı.

Gözlerimi açtım, bir şey göremedim. Kapkaranlıktı. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyor, midem bulanıyordu. Dilim damağım kurumuştu. Sırtımı duvara sürte sürte ayağa kalktım. Elektrik düğmesini aradım. Sağı solu yokladım. Ne kadar da dar bir odaydı burası böyle! Elim duvardaki çıkıntılara denk geldi. Ne kadar da çok elektrik düğmesi vardı. Elime gelene patır kütür bastım. Değişen bir şey olmadı. İçerisi hâlâ karanlıktı.
Daracık odayı yoklamayı sürdürdüm. Buraya bir oda bile denemezdi. Ardiye, kiler gibi bir yerdi. Niye ışığı yanmıyordu? Niye bir sürü düğmesi vardı? Ne işim vardı burada? Nasıl ve ne zaman girdim, yoksa birisi mi attı beni buraya? Ne zamandır buradaydım? Bilmiyordum. Başım çok kötüydü. 
Tekrar dokundum. Duvarların birisi betondu. Diğerleri sert plastik ya da ona benzer bir şeydi. Vurmaya başladım. Tekmeledim. Yumrukladım. Bir şey olmadı. Ne de sağlam bir plastikti böyle! Bunca darbeden sonra kırılması gerekiyordu oysa. 
Sırtımı arkaya dayayıp destek alarak bir ayağımı da karşıdaki plastik duvara koyup var gücümle ittim. Birkaç çıtırtı duyuldu. Ikınarak itmeye devam ettim. Dizlerim tam açılmıyordu. İçerisi birazcık daha geniş olsaydı gücümü daha iyi verebilirdim. 
Gerilmiştim, soğuk soğuk ter döküyordum. Başım dönüyordu yine. Kulaklarımdaki uğultu çınlamaya dönüşmüştü, boğazım yanıyordu. Nefesim berbat kokuyordu. Avucuma hohladım, burnuma gelen koku midemi daha da bulandırdı. Kusmamak için zor tuttum kendimi.
Neden sonra telefon geldi aklıma. Ceplerimi karıştırdım ama bulamadım. Çömelerek ellerimi karanlık zeminde gezdirdim. Yok, yoktu. Düşürmüş müydüm? Çaldırmış mıydım? Bilmiyordum. Kafamı toparlayamıyordum. Beynim uyuşmuştu.
Ceplerimi inatla karıştırdım. Bir paket ve parmak boyutunda bir nesne geldi elime. Sigara ve çakmak. Çakmağı çaktım. Gördüklerime şaştım kaldım. Bir asansördeydim. Kapı olması gereken yerde beton vardı.

Asansörün ara katta kaldığını anlamıştı. Zihni sislerle örülü bir dağ başı gibiydi. Çok içmişti. Gecenin nasıl başladığını, tek başına mı içtiğini, asansöre kadar nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Hafızası kapkaranlık bir boşlukta asılı kalmıştı. 
Panik olmamak için kendisini teskin etmeye çabaladı. Bunun geçici bir durum olduğuna, kısa bir süre sonra zihninin aydınlanacağına, bir çözüm bulacağına inandırmaya çalıştı. Elbette buradan bir çıkış yolu bulacaktı.
Çakmağın alevini etrafında gezdirdi. Zemine tuttu. Beton duvara yaklaştırdı. Ara kat çok genişti. Duvar, çıkışı boydan boya kaplıyordu. Aşağıdaki ya da yukarıdaki katın kapısının ucu bile görünmüyordu. Alevin ışığını yukarıya tuttu. Daracık boşluğu aydınlatmaya çalıştı. Net bir şey göremedi. Aşağıya baktı, yine bir şey göremedi.
Kat kapılarından birinin hiç olmazsa bir bölümü görünseydi ona vurarak ses çıkartabilirdi. Betona vurmanın faydası yoktu. Bağırdı. Dinledi. Yine bağırdı. Yine dinledi. Daha güçlü bağırdı. Dikkatlice dinledi. Ses yoktu.

Garip ve tehlikeli çözümler geçiyordu aklımdan. Bulanık, dalgalı kafayla sağlıklı düşünemiyordum. “Zıplasam mı?” diye geçirdim içimden. Küçük küçük zıplayarak belki halatların makaralarda aşama aşama dönmesini sağlar, kat kapısının ucuna da olsa ulaşabilirdim. Demir kapıya vurup güçlü bir ses çıkartabilirdim o zaman.
Bir ihtimal halat da kopabilirdi tabii. Bilemiyordum. Güvenemiyordum. Kaçıncı katta kaldığımı bile bilmiyordum. Alt katlardan birinde olduğumu bilsem zıplamaya cesaret edebilirdim belki.
Gücümün tükendiğini hissettim, yere çöktüm. Sırtımı köşeye verip oturdum. Kollarımı dizlerimin üstüne, başımı da kollarımın üstüne koydum. Sakinleşmeye ve kafamı toparlamaya ihtiyacım vardı. 

Asansöre binmeden öncesini hatırlasa içine düştüğü durumla ilgili bir ayrıntı yakalayacaktı belki. Kurtulmak için olmasa da en azından sakince yardım beklemek ve paniğe kapılmamak mümkün olacaktı.
Damarlarında yol alan alkolün etkisi yavaş yavaş azalıyordu. Toparlanmanın yolu bol bol su içmekti ama şu an bundan yoksundu. Hem su içseydi tuvalete gitmesi gerekecekti. Çok sık tuvalete çıkardı. Asansörün içinde nasıl olacaktı bu iş? 

Bu sesler de nedir böyle? Kim konuşuyor? Kafamın içinde mi bu sesler? Kendi kendime mi konuşuyorum? Deliriyor muyum?

      Hayır delirmiyorsun?
      Sen… Sen de kimsin?
      Ben bu öyküyü yazanım.
      Ne öyküsü? Neden söz ediyorsun sen? Kimsin? 
      Senin öykünü yazan kişiyim.
      Ne saçmalıyorsun ya! Neredesin? Yardım etsene bana! Ne oldu? Nasıl düştüm ben buraya?
      Bugün iki haftalık izne ayrıldın. İş çıkışı güzel bir yerde yemek yedikten sonra bara gittin, gece 02.25’e kadar içip iyice sarhoş oldun.
      Ne? Nasıl olur? Hiçbir şey hatırlamıyorum!
      Bardan çıktın, taksi çevirdin. Miden bulandı, taksiye kustun. Şoför sinirlenip söylendi. Küfürleştiniz. Yarı yolda indirdi seni. Yürüyerek eve geldin. 
      Lanet olsun! Doğru mu söylüyorsun? Hem sen nereden biliyorsun tüm bunları? Nasıl güveneyim sana? 
      Orası sana kalmış. Bana soru soran, akışı bozan sensin.
      Hay senin akışına şimdi! Hiçbir şey anlayamıyorum. Telefonum nerede?
      Barın tuvaletinde düşürdün. 
      Kahretsin! Kabus mu bu?
      Kabus olsaydı biterdi.
      Benimle alay mı ediyorsun sen?
      Hayır.
      Asansör… Niye çalışmıyor?
      Teknik bir sorun var. 
      Elektrik?
       Apartmanda elektrik var fakat tam ara kattayken bir arıza oldu, asansörün motoru bozuldu.
      Hay böyle şansın…

İçkinin etkisi geçtikçe hafıza kırıntıları dökülüyordu zihnine. Karanlık gökyüzünden usul usul salınarak düşen kar tanecikleri gibi... Birikmesi zaman alıyordu. Beklemekten başka çaresi yoktu. Bir hafıza yığınının oluşması ne kadar sürerdi?

      Hey, ne anlatıyorsun be! Kes şunu! Yardım et!
      Güzel bir benzetmeydi. Unutmadan yazayım dedim.
      Başlarım benzetmene!
      Benim uğraşım bu.
      Çıkar beni buradan. Hemen! 
      Bu isteğini yerine getiremem. 
      Niyeymiş o?
      Sen de bu bozuk asansör de benim kurgumun parçasısınız.
      Aklımı kaçıracağım! Ne zırvalıyorsun yahu!
      Ben sadece yazıyorum.
      Ya öyle mi? Adım ne benim peki? Söyle bakalım.
      Sen söyle!
      Şey… Şey… Hah! İnanılır gibi değil? Hatırlamıyorum. Çıldıracağım şimdi.
      Adını bilmiyorsun çünkü sana bir ad vermedim. Benim öykülerimde insanların adı yoktur. Okuyanlar kendileriyle daha kolay özdeşim kursunlar diye.
      Of! Kafamı bir toparlayayım, yapacağımı biliyorum ben.
      Bilmiyorsun.

Asansörde nefes almak giderek güçleşiyordu. Aşırı yorgunluk, uykusuzluk, susuzluk ve hâlâ tam olarak geçmeyen sarhoşluğun etkisiyle kendi kendisiyle konuşmaya başlamıştı. “Seni lanet olası! Seninle konuşuyorum ben!” Kar taneleri gibi süzülen hafıza parçacıkları, gerginlik yüzünden iyice ısınan zihninin zeminine düşer düşmez eriyordu. “Hey! Durdur şunu!” Geçici hafıza kayıplarını tetiklediği için alkol alması kesinlikle yasaklanmıştı ama o, alkolik olma yolunda sarhoş adımlarla ilerliyordu. “Seni psikopat manyak!”
Sıcaklamıştı. Yakasını yırtarcasına açtı. Öfke patlaması yüzünden nefesi daralmıştı. Sağı solu yumruklayıp tekmeleyerek çaresizce bağırmaya başladı.

      Yardım edin! Kimse yok mu? Hey! İmdat!
      On gün sonra burada olacaklar.
      Ne? Nasıl? Kim? Kimler?
      Evden eve taşıma şirketi.
      Ne alaka? Kimin eşyaları için?
      Senin. 
      Yine ne zırvalıyorsun be! 
      Apartman kentsel dönüşüme girdi. Herkes birer birer evlerini boşalttı. Sen tembelliğin ve umursamazlığın yüzünden işleri geciktirdin. Sonunda apartmanda bir tek sen kaldın. Sana evini boşaltmak için iki hafta süre tanıdılar. Zar zor kiralık ev buldun. Taşıma şirketiyle tatil dönüşü için anlaştın. On gün sonra gelip eşyalarını alacaklar.
      Bir yere gidemiyorum ki ulan! Burada kapana kısıldım ben! On gün kimse gelmeyecek mi buraya?
      Hayır. On gün sonra gelecekler. Sana ulaşamayınca apartmanın kapıcısının kim olduğunu, şu an hangi evde oturduğunu öğrenecekler. Kapıcıyla gelip kapıyı açacaklar falan filan… Sonunda da asansördeki cesedini bulacaklar.
      Seni adi herif! Bana tuzak kurdun. Lanet olsun! İmdat! Yardım edin!

Asansörden hiç çıkamayacağını; burada açlıktan, susuzluktan ya da havasızlıktan öleceğini düşünmeye başladı. “Yokluğumun farkına varan birileri beni arayıp bulacak, aşağılık herif! Amacına ulaşamayacaksın!” Birilerinin yokluğunu fark etmesini ve onu arayıp bulmasını umuyordu ama o kadar yakın olduğu tek bir kişi bile yoktu. “Senin ben ta…” Samimi bir arkadaşı, bir sevgilisi yoktu. “Kahretsin! Yeter artık, yeter!” Apartmanda da kimseyle konuşmazdı, selamlaşmazdı bile. Eve hayalet gibi gelir, hayalet gibi çıkardı evden. İnsanları doğru dürüst aramazdı. Kes artık, kes! Telefonu bile günün yarısında kapalı olurdu bazen. “Adi şerefsiz!” Kaybolmayı severdi. “Hayır, hayır, hayır!”

Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu. Zaman algısını yitirmişti. Açlık ve susuzluğun işkencesinden sıyrılabildiği anlarda uyukluyordu. Oksijen oranı çok düşüktü, nefes almakta güçlük çekiyordu çoğunlukla. “İmdat! İmdat! Yardım edin! Lanet olsun! Hayır!” Artık yardım için de bağırmaz olmuştu. Kafesine alışan bir aslandan farksızdı. Çaresiz, acı dolu kabulleniş… 

On gün sonra asansörü kata çekip kapıyı açanlar gördükleri manzara karşısında dehşete düşmüşlerdi. Hamamböceği kolonisi cesedin üstünü işgal etmişti. İlk önce de açıkta kalan yüzünü ele geçirmişlerdi. Hayatta kalabilseydi aynaya baktığında kendisini tanıyamazdı kuşkusuz.