Hayat
kadar büyük, hayat kadar uzun bir bekleyişti.
“Nescafe!”
“Sade mi, sütlü mü?”
“Sade!”
“Kahve diyorum yani, kahve! Kahve
dediysem sade istiyorumdur. Kahve! Bir sıfat var mı önünde? Yok! Sütlü isteseydim sütlü derdim. Demediğime göre sade
istiyorumdur! Niye gereksiz sorularla uğraştırıyorsunuz insanları.” dedi içinden. Garson, ilgisizce elindeki cihazı tuşlamaya başladı.
Bir öfke birikiyordu.
İçinde bir öfke ur gibi büyüyordu. Masanın üzerindeki dosyaya baktı, metal
küllüğe baktı, geniş ekran televizyona baktı, siparişi tuşlayan garsona baktı. Gömlek cebinden sigara paketini çıkardı, masaya
bıraktı.
Geniş ekran televizyonun sesi kapalıydı. Ekranda bir klip dönüyordu. Mekandaki hoparlörlerden ise farklı bir müzik yayılıyordu. Yeni nesil kahveci kafelerin anlamsız ve ahmakça
uygulaması! İnsanın göz ve kulak sinirleri birbirine dolanıyordu. Böyle bir saçmalıkta
niye ısrar ediliyordu?
Paketi açtı, içine
baktı. Üç sigarası kalmıştı. Birini çekip yaktı. İçeriye baktı, kahvesini
getirecek garsonu aradı gözleri. Sigarasından derin derin çekti, yavaş yavaş
bıraktı dumanı. Televizyona baktı, küllüğe baktı, dosyaya baktı, dışarıya baktı,
içeriye baktı, önüne baktı, sigaranın ateşine baktı. Dumanın aldığı hayaletimsi
şekillere baktı.
Sigarası bitmeden
kahvesinin gelmesini umuyordu. Beklerken kafedeki insanları gözlemledi.
Çoğunluğu gençti. Gülüyorlardı, şakalaşıyorlardı, sigara tüttürüyorlardı, renkli
içecekler içiyorlardı.
“Genç değilim artık.”
dedi içinden. “Yaşlı da değilim. Neyim? Orta yaşlı! Ne saçma bir adlandırma! Ne
zaman başlıyor bu orta? Ne zaman bitiyor? ‘Gencim’ diyemeyen, yaşlılığı da kendisine
yakıştıramayanların kaçışı! Orta yaş! Ucu bucağı yok. İşe yaramaz bir yaşlı
olduğunu kabul edene kadar bu kulüptesin.”
Sigarası bitmişti.
Kahvesi gelmemişti. Gelip geçen garsonun gözünün içine içine baktı birkaç kez.
Garson anlamadı ya da anlamamış gibi davrandı. Diğer masalara bir şeyler götürülüyordu
sürekli. O ise öylece bekliyordu. Ömrü beklemekle geçtiği için alışıktı bu
duruma. Alışık olmadığı, beklerken içinde biriken öfkeydi ur gibi büyüyen.
Omuzlarını silkti, “Muhteşem
Gatsby!” dedi kısık sesle. Kitaptan ne anlamıştı peki? Harekete geçmek için en
uygun zamanı ve şartları beklersen kolaylıkla elde edebileceklerini bile elinden
kaçırırsın. En uygun zaman, içinde bulunduğun zamandır.
Tastamam yüz altın
isteyen, doksan dokuz tane verilince buna da razı olan Nasrettin Hoca gibi bir
bilge değildi kuşkusuz. Yüz tane değilse doksan dokuzunun da bir anlamı yoktu
onun gözünde. Ya yüz altın ya hiç! O, beklerdi tamamının da verilmesini. Doksan
dokuzuna elini bile sürmezdi serveti tamamlanana kadar. Kim bilir ne kadar
bekleyebilirdi...
Hep eksik parçalara
odaklanmıştı ömrü boyunca. Yapboz tahtasındaki eksik tek bir parça için bile tablosunu
göstermemişti kimselere. Kendisi de keyifle izleyememişti. Tamamlamayı bekledi,
bekledi, bekledi. Hiç gelmedi.
Anne karnında büyüyen bir
bebek gibiydi hayalleri. Gelişimini tamamlamadan doğamazdı. Doğsa da ölü doğar
ya da çok az yaşardı. Şartlar tam olgunlaşmadan hayat bulamazdı hayalleri. O
uygunluk asla gelmedi. Ölü doğdu hayalleri.
Hep bekledi.
Hiç gelmedi.
İkinci sigarasını
yaktı, çektiği nefesi sertçe bıraktı. Gözü garsonu arıyordu. Geniş ekran
televizyonda hareketli bir klip dönüyordu. Bisikletler, motorlar, arabalar
gelip geçiyor; birileri havuza atlıyor, öpüşüyor, koşuşuyor, zıp zıp zıplıyor,
çılgınlar gibi eğleniyordu. Hoparlörden ise hüzünlü bir şarkı yayılıyordu.
Kaybedilenlerin ardından yakılan ağıt… Ağır ağır yayılan ağrılı ağır ağıt…
Garson, gözlerini ilerdeki
bir masaya dikmiş halde hızla geçip gitti yanından. Hedefine kilitlenmiş savaş
uçağı kararlılığında. Tek sortiyle tepsideki tüm renkli içecekleri masaya
bırakıp aynı hızla birliğine geri döndü.
İkinci sigarası
yarılanmıştı, kahvesi hâlâ gelmemişti. Bekliyordu. Garsonlar vızır vızır dönüp
duruyordu. Masalara bir şeyler bırakıyor, masadan bir şeyler alıp
götürüyorlardı. Onun masasına uğrayan yoktu. Unutulmuştu. Bekliyordu. Hep
beklemişti, alışıktı. Alışık olmadığı şey, içinde biriken öfkeydi ur gibi
büyüyen.
Sigarasını küllüğe sertçe
bastırıp söndürdü. Sertçe geriye yaslandı. Konuşup gülüşenlere baktı. Sigara
dumanının havada çizdiği lacivert sarmal şekillere baktı. Cep telefonuna
gömülmüş haldeki insanlara baktı. Hepsinin masasında içecek vardı.
En uygun rüzgarı
bekleye bekleye, limana bağlı kala kala gemi olduğunu unutmuş bir gemi gibiydi.
En iyi yolcularını almak için beklemiş. En değerli eşyaları yüklenmek için
beklemiş. Kimse gelmemiş, bir şey getirmemiş. O hep beklemiş.
Rüzgarı yakalayanlar çoktan
ayrılmıştı limandan. Gitmişlerdi. O ise en uygun rüzgarı beklemişti. Hep
elemişti, eleştirmişti, seçememişti. “Bir gün bir rüzgar gelecek ve ben ona
yelken açacağım.” demişti. O rüzgar hiç esmemişti. O hep beklemiş...
Bilgisayar programları
gibiydi hayalleri. Yüklenme oranı %100’e ulaşmadan kurulamazdı, kullanılamazdı.
Gösterge %99’da kalsa da program bir işe yaramazdı, hiç kurulmamış gibi olurdu.
Bir adım kala kurulamayıp silinen programlar çöplüğü gibiydi hayatı. Hep %100’ü
görmeyi bekledi. Her seferinde hepsi de silindi gitti.
Hep bekledi.
Hiç gelmedi.
Çakmağı sertçe aldı,
sertçe çaktı. Sigarasını yakıp çakmağı masaya fırlattı. Çakmak, gemiden
havalanmak için hareketlenen bir uçak gibi hızlandı. Havalanamayıp düştü. Bir
garson çakmağı yerden alıp göz teması bile kurmadan masaya bırakıp geçti.
Kahvesini getirecek
garson ortalarda görünmüyordu. Başkası da bir şey sormuyordu. Epeydir oradaydı.
Fark etmiyorlar mıydı? Herkesin masasında yiyecek, içecek vardı. Kendi
masasında dosya, sigara paketi ve çakmaktan başka bir şey yoktu. Sipariş
beklediğini nasıl anlamazlardı?
Son sigarası
yarılanmıştı. Yorulduğunu hissetti. Bıkkınlık duygusunu yorgunluk olarak tanımlıyordu
nicedir. Beklemek artık bıkkınlığa dönüşmüştü. Hep beklemişti. Hiç gelmemişti.
İnadından vazgeçmemişti yıllarca. Hayatta hiçbir işi istikrarlı değilken
beklemek konusundaki değişmez duruşu, kırılmaz direnci ve sarsılmaz iradesi takdire
şayandı. Dünyada kendisi gibi tek bir kişi bile bulunamazdı.
Ama o gün… O gün her
şey değişmişti. Artık bir anlamı yoktu beklemelerinin. Her gelmeyenin,
ulaşılamayanın, yarım kalanın ardından söylenen şahane tespitlerin bir anlamı
yoktu. Masada duran dosyanın içindeki bilimsel tespit, tüm kişisel tespitlerini
anlamsız kılmıştı.
Sigarasından derin bir
nefes çekti, yavaşça bıraktı. İçeriye baktı merakı sönen gözlerle. Sigarası
bitmek üzereydi. Sigara olmadan kahve içmekten keyif almazdı. Garsonlar da koşuşturmaz
olmuştu, etrafta görünmüyorlardı.
Dosyayı önüne çekti,
açtı. Alt alta yazılmış bir sürü sayısal değer… Latince sözcükler… Türkçe
sözcükler… Sigara dumanının garip biçimlerine benzer, siyah beyaz, küçük birkaç
fotoğraf…
Sayfaları çevirdi.
İmzalar, mühürler… Son sayfadaki yazıya değdi gözleri. Okumadan öylece
bakıyordu.
Sözcükler… Okunmadan öylesine
bakıldığında ne kadar da anlamsız diziler oluşturuyordu. Oysa sözcüklerle
düşünüyordu insan, sözcüklerle duyumsuyordu. Dünyayı, kendisini, başkalarını
sözcüklerle biliyordu. Herkes bir sözcüktü, herkesin yaptığı her şey bir
sözcük…
Bir sözlüğün içinde
yaşıyordu insanoğlu. Binlerce, milyonlarca kitap yazılıyor, milyarlarca cümle
kuruluyordu. Aynı sözcüklerin sürekli yer değiştirmesi, yeni anlamlar
yüklenmesi, yeni yeni görevler kazanması sonucu oluşan cümleler… Bir sözcük, mutluluğa
ve umuda boğarken insanı; bazen de korku ve hüzne boğuyordu. İki boğulmak
arasındaki fark dünyalar kadardı.
Akciğer… sağ üst lob… orta
lob…
…büyüklüğünde… kitle…
…rastlanmıştır …rastlanmıştır.
…malign neop…
Bir sıra ve düzen
izlemeden, gözüne rastgele takılan sözcükleri okudu.
“Rastlanmıştır…”
Hayallerini
gerçekleştirebilmek adına en uygun durumlara ve şartlara rastlamak için ne çok
beklemişti. Ne çok kesişmenin, karşılaşmanın yolunu gözlemişti. Bir rastlantıya
bir ömür harcayabilecek kadar gözü karaydı. Harcamıştı da. Beklemişti ama gelmemişti.
Hayat kadar büyük,
hayat kadar uzun bekleyişinin ardından gelen o “bilimsel” rastlantı! O tespit!
O teşhis!
Bekleyişlerinin hepsini
anlamsız kılan, hayatını tren geçmeyen ve asla geçmeyecek bir istasyona dönüştüren
bir kağıt yığınıydı elinde tuttuğu. Sözcükler… Ne kadar anlamlı olabiliyordu ve
ne kadar da anlamsız… Mutluluğa sürüklüyordu bazen. Bazen de acıya… Hep aynı
sözcükler yapıyordu tüm bunları. Sürüklüyordu.
Bekleyişi son bulmuştu.
Beklemekle geçip giden hayatı, sayısal verilerle ve anlamını bilmediği yığınla
sözcükle dolu kağıtların arasına sıkışmıştı. Beklemek bitmişti. Gelmemişti.
Gelmeyecekti. Şairin neden “Gelme artık neye yarar” dediğini anlamıştı sonunda.
Son sigarasını yavaşça
küllüğe bastırıp söndürdü. Hayatındaki son sigarasını kahve olmadan içmişti. Ayağa kalktı,
dosyayı aldı, çakmağı masada bıraktı. Dokunmatik ekranın önünden geçerken arkası
dönük garsona isteğini iletti:
“Kahve iptal!”