26 Nisan 2017

BEKLEYİŞ


Hayat kadar büyük, hayat kadar uzun bir bekleyişti. 


“Nescafe!”
“Sade mi, sütlü mü?”
“Sade!”

“Kahve diyorum yani, kahve! Kahve dediysem sade istiyorumdur. Kahve! Bir sıfat var mı önünde? Yok! Sütlü isteseydim sütlü derdim. Demediğime göre sade istiyorumdur! Niye gereksiz sorularla uğraştırıyorsunuz insanları.” dedi içinden. Garson, ilgisizce elindeki cihazı tuşlamaya başladı.
Bir öfke birikiyordu. İçinde bir öfke ur gibi büyüyordu. Masanın üzerindeki dosyaya baktı, metal küllüğe baktı, geniş ekran televizyona baktı, siparişi tuşlayan garsona baktı. Gömlek cebinden sigara paketini çıkardı, masaya bıraktı.
Geniş ekran televizyonun sesi kapalıydı. Ekranda bir klip dönüyordu. Mekandaki hoparlörlerden ise farklı bir müzik yayılıyordu. Yeni nesil kahveci kafelerin anlamsız ve ahmakça uygulaması! İnsanın göz ve kulak sinirleri birbirine dolanıyordu. Böyle bir saçmalıkta niye ısrar ediliyordu?  
Paketi açtı, içine baktı. Üç sigarası kalmıştı. Birini çekip yaktı. İçeriye baktı, kahvesini getirecek garsonu aradı gözleri. Sigarasından derin derin çekti, yavaş yavaş bıraktı dumanı. Televizyona baktı, küllüğe baktı, dosyaya baktı, dışarıya baktı, içeriye baktı, önüne baktı, sigaranın ateşine baktı. Dumanın aldığı hayaletimsi şekillere baktı.
Sigarası bitmeden kahvesinin gelmesini umuyordu. Beklerken kafedeki insanları gözlemledi. Çoğunluğu gençti. Gülüyorlardı, şakalaşıyorlardı, sigara tüttürüyorlardı, renkli içecekler içiyorlardı.
“Genç değilim artık.” dedi içinden. “Yaşlı da değilim. Neyim? Orta yaşlı! Ne saçma bir adlandırma! Ne zaman başlıyor bu orta? Ne zaman bitiyor? ‘Gencim’ diyemeyen, yaşlılığı da kendisine yakıştıramayanların kaçışı! Orta yaş! Ucu bucağı yok. İşe yaramaz bir yaşlı olduğunu kabul edene kadar bu kulüptesin.”
Sigarası bitmişti. Kahvesi gelmemişti. Gelip geçen garsonun gözünün içine içine baktı birkaç kez. Garson anlamadı ya da anlamamış gibi davrandı. Diğer masalara bir şeyler götürülüyordu sürekli. O ise öylece bekliyordu. Ömrü beklemekle geçtiği için alışıktı bu duruma. Alışık olmadığı, beklerken içinde biriken öfkeydi ur gibi büyüyen.
Omuzlarını silkti, “Muhteşem Gatsby!” dedi kısık sesle. Kitaptan ne anlamıştı peki? Harekete geçmek için en uygun zamanı ve şartları beklersen kolaylıkla elde edebileceklerini bile elinden kaçırırsın. En uygun zaman, içinde bulunduğun zamandır.
Tastamam yüz altın isteyen, doksan dokuz tane verilince buna da razı olan Nasrettin Hoca gibi bir bilge değildi kuşkusuz. Yüz tane değilse doksan dokuzunun da bir anlamı yoktu onun gözünde. Ya yüz altın ya hiç! O, beklerdi tamamının da verilmesini. Doksan dokuzuna elini bile sürmezdi serveti tamamlanana kadar. Kim bilir ne kadar bekleyebilirdi...
Hep eksik parçalara odaklanmıştı ömrü boyunca. Yapboz tahtasındaki eksik tek bir parça için bile tablosunu göstermemişti kimselere. Kendisi de keyifle izleyememişti. Tamamlamayı bekledi, bekledi, bekledi. Hiç gelmedi. 
Anne karnında büyüyen bir bebek gibiydi hayalleri. Gelişimini tamamlamadan doğamazdı. Doğsa da ölü doğar ya da çok az yaşardı. Şartlar tam olgunlaşmadan hayat bulamazdı hayalleri. O uygunluk asla gelmedi. Ölü doğdu hayalleri.
Hep bekledi.
Hiç gelmedi.

İkinci sigarasını yaktı, çektiği nefesi sertçe bıraktı. Gözü garsonu arıyordu. Geniş ekran televizyonda hareketli bir klip dönüyordu. Bisikletler, motorlar, arabalar gelip geçiyor; birileri havuza atlıyor, öpüşüyor, koşuşuyor, zıp zıp zıplıyor, çılgınlar gibi eğleniyordu. Hoparlörden ise hüzünlü bir şarkı yayılıyordu. Kaybedilenlerin ardından yakılan ağıt… Ağır ağır yayılan ağrılı ağır ağıt…
Garson, gözlerini ilerdeki bir masaya dikmiş halde hızla geçip gitti yanından. Hedefine kilitlenmiş savaş uçağı kararlılığında. Tek sortiyle tepsideki tüm renkli içecekleri masaya bırakıp aynı hızla birliğine geri döndü.
İkinci sigarası yarılanmıştı, kahvesi hâlâ gelmemişti. Bekliyordu. Garsonlar vızır vızır dönüp duruyordu. Masalara bir şeyler bırakıyor, masadan bir şeyler alıp götürüyorlardı. Onun masasına uğrayan yoktu. Unutulmuştu. Bekliyordu. Hep beklemişti, alışıktı. Alışık olmadığı şey, içinde biriken öfkeydi ur gibi büyüyen.
Sigarasını küllüğe sertçe bastırıp söndürdü. Sertçe geriye yaslandı. Konuşup gülüşenlere baktı. Sigara dumanının havada çizdiği lacivert sarmal şekillere baktı. Cep telefonuna gömülmüş haldeki insanlara baktı. Hepsinin masasında içecek vardı.

En uygun rüzgarı bekleye bekleye, limana bağlı kala kala gemi olduğunu unutmuş bir gemi gibiydi. En iyi yolcularını almak için beklemiş. En değerli eşyaları yüklenmek için beklemiş. Kimse gelmemiş, bir şey getirmemiş. O hep beklemiş.
Rüzgarı yakalayanlar çoktan ayrılmıştı limandan. Gitmişlerdi. O ise en uygun rüzgarı beklemişti. Hep elemişti, eleştirmişti, seçememişti. “Bir gün bir rüzgar gelecek ve ben ona yelken açacağım.” demişti. O rüzgar hiç esmemişti. O hep beklemiş...
Bilgisayar programları gibiydi hayalleri. Yüklenme oranı %100’e ulaşmadan kurulamazdı, kullanılamazdı. Gösterge %99’da kalsa da program bir işe yaramazdı, hiç kurulmamış gibi olurdu. Bir adım kala kurulamayıp silinen programlar çöplüğü gibiydi hayatı. Hep %100’ü görmeyi bekledi. Her seferinde hepsi de silindi gitti.
Hep bekledi.
Hiç gelmedi.

Çakmağı sertçe aldı, sertçe çaktı. Sigarasını yakıp çakmağı masaya fırlattı. Çakmak, gemiden havalanmak için hareketlenen bir uçak gibi hızlandı. Havalanamayıp düştü. Bir garson çakmağı yerden alıp göz teması bile kurmadan masaya bırakıp geçti.
Kahvesini getirecek garson ortalarda görünmüyordu. Başkası da bir şey sormuyordu. Epeydir oradaydı. Fark etmiyorlar mıydı? Herkesin masasında yiyecek, içecek vardı. Kendi masasında dosya, sigara paketi ve çakmaktan başka bir şey yoktu. Sipariş beklediğini nasıl anlamazlardı?
Son sigarası yarılanmıştı. Yorulduğunu hissetti. Bıkkınlık duygusunu yorgunluk olarak tanımlıyordu nicedir. Beklemek artık bıkkınlığa dönüşmüştü. Hep beklemişti. Hiç gelmemişti. İnadından vazgeçmemişti yıllarca. Hayatta hiçbir işi istikrarlı değilken beklemek konusundaki değişmez duruşu, kırılmaz direnci ve sarsılmaz iradesi takdire şayandı. Dünyada kendisi gibi tek bir kişi bile bulunamazdı.
Ama o gün… O gün her şey değişmişti. Artık bir anlamı yoktu beklemelerinin. Her gelmeyenin, ulaşılamayanın, yarım kalanın ardından söylenen şahane tespitlerin bir anlamı yoktu. Masada duran dosyanın içindeki bilimsel tespit, tüm kişisel tespitlerini anlamsız kılmıştı.
Sigarasından derin bir nefes çekti, yavaşça bıraktı. İçeriye baktı merakı sönen gözlerle. Sigarası bitmek üzereydi. Sigara olmadan kahve içmekten keyif almazdı. Garsonlar da koşuşturmaz olmuştu, etrafta görünmüyorlardı. 
Dosyayı önüne çekti, açtı. Alt alta yazılmış bir sürü sayısal değer… Latince sözcükler… Türkçe sözcükler… Sigara dumanının garip biçimlerine benzer, siyah beyaz, küçük birkaç fotoğraf…
Sayfaları çevirdi. İmzalar, mühürler… Son sayfadaki yazıya değdi gözleri. Okumadan öylece bakıyordu.
Sözcükler… Okunmadan öylesine bakıldığında ne kadar da anlamsız diziler oluşturuyordu. Oysa sözcüklerle düşünüyordu insan, sözcüklerle duyumsuyordu. Dünyayı, kendisini, başkalarını sözcüklerle biliyordu. Herkes bir sözcüktü, herkesin yaptığı her şey bir sözcük…
Bir sözlüğün içinde yaşıyordu insanoğlu. Binlerce, milyonlarca kitap yazılıyor, milyarlarca cümle kuruluyordu. Aynı sözcüklerin sürekli yer değiştirmesi, yeni anlamlar yüklenmesi, yeni yeni görevler kazanması sonucu oluşan cümleler… Bir sözcük, mutluluğa ve umuda boğarken insanı; bazen de korku ve hüzne boğuyordu. İki boğulmak arasındaki fark dünyalar kadardı.

Akciğer… sağ üst lob… orta lob…
…büyüklüğünde… kitle…
…rastlanmıştır …rastlanmıştır.
…malign neop…

Bir sıra ve düzen izlemeden, gözüne rastgele takılan sözcükleri okudu.
“Rastlanmıştır…”
Hayallerini gerçekleştirebilmek adına en uygun durumlara ve şartlara rastlamak için ne çok beklemişti. Ne çok kesişmenin, karşılaşmanın yolunu gözlemişti. Bir rastlantıya bir ömür harcayabilecek kadar gözü karaydı. Harcamıştı da. Beklemişti ama gelmemişti.
Hayat kadar büyük, hayat kadar uzun bekleyişinin ardından gelen o “bilimsel” rastlantı! O tespit! O teşhis!
Bekleyişlerinin hepsini anlamsız kılan, hayatını tren geçmeyen ve asla geçmeyecek bir istasyona dönüştüren bir kağıt yığınıydı elinde tuttuğu. Sözcükler… Ne kadar anlamlı olabiliyordu ve ne kadar da anlamsız… Mutluluğa sürüklüyordu bazen. Bazen de acıya… Hep aynı sözcükler yapıyordu tüm bunları. Sürüklüyordu.
Bekleyişi son bulmuştu. Beklemekle geçip giden hayatı, sayısal verilerle ve anlamını bilmediği yığınla sözcükle dolu kağıtların arasına sıkışmıştı. Beklemek bitmişti. Gelmemişti. Gelmeyecekti. Şairin neden “Gelme artık neye yarar” dediğini anlamıştı sonunda.

Son sigarasını yavaşça küllüğe bastırıp söndürdü. Hayatındaki son sigarasını kahve olmadan içmişti. Ayağa kalktı, dosyayı aldı, çakmağı masada bıraktı. Dokunmatik ekranın önünden geçerken arkası dönük garsona isteğini iletti:
“Kahve iptal!”