Sana yetiştim. Bu da bizi yaşıt yapar.
Artık rahatça konuşabiliriz.
Beş yıldır kanser tedavisi gören
babamı 9 Haziran 1989’da kaybettiğimde on iki yaşındaydım. Babalar Günü'nden kısa
bir süre önceydi.
8 Haziran Perşembe akşamıydı.
Mevsime göre serin bir akşam… Herkes bizde toplanmıştı. Babam neredeyse tüm gün
boyunca gözlerini açmamıştı. Su içmek için her uyandığında saati sorduğunu
söylediler. “Günlerden ne?” diye de eklemiş. “Perşembe” demişler. “Cuma...”
demiş ve sözünü tamamlayamadan tekrar uykuya dalmış. Annem, babamın o hafta
boyunca arada sırada “Cuma olmadı mı daha?” diye sorduğunu anlatmıştı yıllar
sonra.
“Niye hastanede değil de evde
yatıyor?” sorum derin bir suskunlukta kaybolup gitmişti o gün. Beni bahçeye
yolladılar. Oturdum, yıldızlara baktım, dualar okudum. Sonra anneannemin alt
kattaki evine girip televizyon izledim. Gelen gidenlerin merdivenlerdeki ayak
seslerini işittim.
Geç saat teyzem geldi. "Bizde kal bu
gece." dedi. Bitişikteki eve gittik birlikte. Salondaki sedire yatak hazırladılar. Dua
ettim, yattım.
Gece yarısı bizim evden gelen
gürültüyle uyandım. Anlaşılamayan konuşmalar, bağırtılar, yükselip alçalan sesler…
Seslerin mahşeri... Boğuk sesler duvarları yıkıp salona girmek ve üzerime abanmak
istiyordu sanki, neredeyse emin olduğum bir şeyi bana iletmek.
Karanlıkta teyzemin salondan hayalet
gibi geçip evden çıktığını gördüm. Pikeyi burnuma kadar çekmiştim. Bekledim,
bekledim, bekledim. Salondan rüzgar gibi geçen hayalet bir süre sonra ağır ağır
içeri girdi, salınarak önümden geçti ve çıktığı odaya girip kayboldu. Ağlamayla karışık
fısıltılar işittim. Boğuk sesler bana fısıltı elçilerini göndermişti. Bilmediğim bir dilden konuşuyorlardı.
“Sanırım babam kötüleşti, hastaneye
kaldırdılar.” diyerek içimde kuşkunun kıpırdaşan kurtçuklarını dinlemeden uyudum. Zorla. Başka çarem yoktu.
Sabah annemin gelişiyle uyandım.
Savaştan çıkmış gibiydi. Gözleri fersiz, gözleri kan deryası, gözleri başka
türlü. Yabancısı olduğum bir ifadeyle baktı bana, “Babamızı kaybettik.” dedi.
Gece yarısından beri oynadığım kendimi kandırma oyunu bitmişti. Sarıldık ve ağladık. Ne kadar süre orada öylece kaldık, bilmiyorum.
* * *
Babasızlığın en derin yarası
güvensizliktir. Güvenmezsiniz. Çok kuşkucu olursunuz. Asla risk almazsınız, en
garanti yolu seçersiniz. En basit şeyi bile uzun uzadıya inceler, irdeler,
sorgularsınız. Çok zor ikna olursunuz. O iknada bile kuşkunun tozu kalır. Felaket
beklentisi içinde olursunuz. Hep kötü bir şeyler olacakmış gibi gelir. Karar almak
eziyettir. Küçücük şeylerde bile ikilem yaşarsınız. Tereddüdün vücut bulmuş
halisinizdir artık. Ve hastalık hastası…
Sizi bir yerlere çekmek isterler,
siz ortadan ikiye bölünürsünüz. Bir tarafınız gitmek ister, bir tarafınız
kalmak. Bazen gidersiniz bin bir kuşkuyla, bazen kalırsınız bin bir
pişmanlıkla. Her şartta eksik bir mutluluk yaşarsınız. Aklınızın ve kalbinizin
yolları kesişmez.
Varoluşunuz ikiye bölünür. Bir
yanınız yaşam, diğeri ölümdür. Bir yanınız ilgili, yakın, aydınlık, dışadönük,
mizahi, eğlenceli ve güleçse diğeri karanlık, karamsar, melankolik, yalnız,
uyumsuz, soğuk ve uzaktır. Bir yanınız insanlara koşmak ve onlarla kucaklaşmak
ister, diğer yanınız sataşmak ve kavga etmek. Bir yanınız doyasıya yaşamak
ister, diğeri ölüp yok olmak.
İkisinden birini tercih etmek yarım
olmak demektir. Yin Yang gibi, ikisi birbirini bütünler. Biri olmadan diğeri olmaz. İkisinin de içinde diğerinden bir şeyler vardır. Dahası, herhangi birini
tercih edip diğerini kovma olanağınız yoktur zaten. Asla uzlaşamayan ama iktidar olabilmek
için koalisyon kurmak zorunda kalmış karşıt görüşlü iki siyasi parti gibidirler. Birbirlerine
asgari düzeyde saygı duyarlar. Biri diğerinin alanına müdahale etmediği sürece
de sorun yaşanmaz. Dengeyi bozmamaya gayret ederler.
Ve tüm bunları anlamak, kabullenmek,
sözcüklere dökmek yıllarınızı alır; birilerine anlatmak ve seni anlamalarını sağlamak
da.
Neden çocuk sahibi olmaktan özenle
uzak durduğunuzu anlatabilmek ise bazen bir ömür alır.
* * *
Babamın ölümünden sonra okula
gideceğim ilk gün sınıftaki tanışma merasiminde ne diyeceğimi düşünmüştüm uzun
uzun. Öğretmenler ilk derste kendilerini tanıtırlar, sonra sırayla öğrencilerden
ad ve soyadlarını, anne ve baba mesleklerini söylemelerini isterlerdi.
İlk gün… Çocuklar sırayla ayağa
kalkıp kendilerini tanıtıyorlardı. Sıra bana yaklaştıkça geriliyordum. Yüzüm
ateş içindeydi, ellerim terliyor, parmak uçlarıma yıldırımlar düşüyordu. “Benim
gibi olan biri yok mu? Benden önce konuşsa da onu taklit etsem!” diye
yalvarıyordum içimden.
Sıra bana geldi, ayağa kalktım,
adımı soyadımı söyledim. Sesim başkasının sesiydi sanki. Yabancı, uzak, ürkek,
kaçak…
Yutkundum. “Babam…” dedim, “vefat
etti.”
Vefat etti… “Öldü!” demek ağır
geldiğinden midir nedir, kökeni hakkında pek bilgi sahibi olunmayan
“vefat” sözcüğü yeğlenir genelde. Ölmek sözcüğü en acı çağrışımları anında canlandırır
çünkü. Anadile ait bir sözcük olduğundan anlamı çok daha geniştir. “Ölüm” keskin bir kılıçtır, “vefat” ise onun körelmişi.
Görevim bitti, yerime oturdum.
Soluğumu sertçe dışarı bıraktım. Fırtına geçmişti bir dahaki tanışma merasimine kadar. Yıllar
geçse de her seferinde aynı ezikliği hissettim. Yıllar geçse de
etkisi azalmadı, başa çıkmayı öğrendim sadece.
Yıllar geçti ve ben öğretmen oldum.
Hiçbir derste tanışma merasimi yapmadım. Kendimi tanıttım, yoklama listesinden
isim okudum, okuduğum isimler elini kaldırdı. Bu kadar! Hiçbir öğrenciye “Baban
ne iş yapıyor?” demedim. İhtiyacım olan bilgiyi başka şekilde edindim.
Aynı travma herkeste aynı etkiyi
yaratmıyor kuşkusuz. Erken yaşta anne ve baba kaybı yaşayan herkes aynı
süreçlerden geçmiyor. Bir ihtimal… Bir ihtimal, acıyı benim gibi yaşayan bir çocuk
vardır diye…
* * *
Tam da 39 yaşındayım. Teoman’ın
şarkısındaki gibi, babamın öldüğü yaştayım.
Ölenler öldükleri yaşta kalırlar.
Biz onlara yetişiriz, bazen de onları geçeriz. Ben babama yetiştim. Bu da bizi
yaşıt yapar. Artık rahatça konuşabiliriz.
Merhaba baba! Uzun zaman…
Günün kutlu olsun.
Ben mi? Hayır, ben baba değilim. Nedenini tahmin edersin.
Neyse… Bu konularla zamanımızı harcamayalım.
Anlatılacak çok şey var.