– Bir kabus mu tüm bu
olanlar?
– Kabus olsaydı biterdi.
06.30
Cep telefonunun alarmı çalıyor. Bas üstüne! Saat değil ki bu! Olsun, sen bas! At elini üstüne, parmakların
tuşlardan birine rastgele dokunur, alarm durur. Bas! Nerede?
Alarm çalıyor. Alarmın melodisinden nefret
ediyor. Başka bir zaman-yer-koşulda duymuş olsaydı belki de çok sevecekti.
Sabahın köründe duyduğu için nefret ediyor şimdi. Huzurlu bilinçsizlik hali
olan uykudan, huzursuz bilinçlilik hali olan uyanıklığa geçirdiği için. Sabahlardan
nefret ettiği için. Sabahlardan sonra gelen öğlenlerden nefret ettiği için. Geceler? Hayır, geceler güzel. Çünkü
uykuya açılıyor gecenin kapısı. Karanlık, huzur verici. Huzurlu karanlık…
Karanlık huzur… Gece, çok güzel. Oysa şimdi, sabah.
Her şeyin anlamı "zaman-yer-koşul" üçgeninde belirleniyor. Sevdiğiniz ya da nefret ettiğiniz, özlediğiniz ya da
tiksindiğiniz, uğruna ölebileceğiniz ya da köşe bucak kaçacağınız ne varsa
hepsini bu üçgen belirliyor. Bir "zaman-yer-koşul"da ömrünüzü tüketecek olan şey,
başka bir "zaman-yer-koşul"da hayatınızın anlamı olabilir.
Alarm çalıyor. Telefon görevine
sadık. Telefon çok gururlu. İnsanoğlu tarafından çok sevildiğini, bu yüzden herkesten ve her şeyden daha çok kendisine dokunulduğunu biliyor. Tüm parmakların ona âşık olduğunu
biliyor. Meraklı gözlerin her gün saatlerce kendisine baktığını görüyor. Bu
yüzden de insanoğluna çok sadık. Görevini aksatmıyor. Tüm "zaman-yer-koşul"larda en sevilen olmak istiyor.
Alarm… Çalıyor…
Yatakta yüzükoyun yatıyor. Sağ eli
yastığın altında. Karanlıkta telefonu bulmaya çalışan sol eli komodinin
üzerinde kararsızca dolanıyor. Arıyor. Bulamıyor. Arıyor. Telefon, bulmasına
yardımcı olmak için ses düzeyini daha da arttırıyor. Günün çiğlik vaktinde
çığlık gibi yükseliyor alarmın sesi. Yastığın altındaki sağ elinde bir tabanca
olsaydı keşke. Çekip vursaydı sabah sabah melodik melodik böğüren canavarı. Dan
dan dan!
Alarm… Çalıyor…
Yüzü yastıktan ayrılmak istemiyor. Sol
eli hâlâ karanlıkta dolanıyor. Sonunda telefonu buluyor. Başını yastıktan
kaldırmaya çalışıyor, olmuyor. Yüzünü zar zor telefondan yana döndürüyor. Ekranın
parlak mavi ışığı, kısılmış gözkapaklarının arasından incecik boşluklar bulup
içeri sızıyor. Karanlığın huzurlu ve uykulu yoğunluğuna su karıştıran parlak
ekran ışığı... Parlak ışıktan nefret ediyor. Parlak olan her şeyden nefret
ediyor. Işık, gözkapaklarının alt ve üst kısmına ellerini geçiriyor, var gücüyle
asılıyor, açıyor, açıyor. Acıyor, acıyor gözleri. Gözkapakları ağır ağır açılan
dükkan kepenkleri gibi açılıyor. Alarm çalıyor. Dükkana hırsız mı girdi? Ekranda sarı bir çan, sağa sola sağa sola
sağa sola sağa sola titreşip duruyor. Çıldırmış… Sabah sabah nereden bulmuş bu
enerjiyi? Çan, öyle bir neşeyle ve istekle sallanıyor ki sağından solundan
parantezler saçıyor.
Bir tuşa dokunuyor. Melodik böğürtü
susuyor. Telefon yazılı olarak soruyor: “Alarmı beş dakika sonraya erteleyeyim
mi?” Ertele! Ertelemeyi seviyor. Beş dakikalığına değil de sanki yüzlerce yıl
sürecek tatlı mı tatlı bir uykuya dalacakmış gibi keyifle yüzünü yastığa
gömüyor. Karanlığı bahşediyor kendisine. Yastığın sıcacık yumuşaklığı / yumuşacık
sıcaklığı sanki bir sevgilinin şefkatli elleriymişçesine dokunuyor yüzüne. Hayatın anlamı
bu… Uyu…
Yürüyor. Eski ve yüksekçe yapıların bulunduğu
genişçe bir sokakta yaylana yaylana yürüyor. Gökyüzü kopkoyu bir mavilikte. Sağ
yanağına dokunan sıcak bir yumuşaklık var. Ne bu? Başını o yana çevirip
bakıyor. Bir kedi… Sarı-kahverengi-beyaz bir kedi... Patisiyle yanağına
dokunuyor. Ağzı pembeye boyanmış. Pembe pembe sırıtıyor. Kedi büyümeye başlıyor
ansızın, davul gibi şişiyor. Havalanıyor. Bir çocuk, şişip yükselmekte olan
kediyi kuyruğundan yakalıyor. Balonmuşçasına çekiştirip koşar adım uzaklaşıyor.
Çocuğun ardından koşması gerekiyormuş.
Koşuyor. Yüksek yapıların camları zangırdıyor. Kırıldı kırılacak. Çocuk köşeyi
dönüp gözden kayboluyor. Birkaç adım sonra o da köşeyi dönüyor. Çocuk ve
balon-kedi ortalıkta yok. Alabildiğine genişlik… Bastığı zemin kumlaşıyor,
siyah bir kumsala dönüşüyor. İnsanlar kumsalda çıldırmışçasına eğleniyor. Bembeyaz
bir deniz var, süt gibi. Kimileri denizde yüzüyor kıyafetleriyle. Kimileri insan
kafası büyüklüğündeki dondurmalardan yiyor. Birisi, “Ben kumu derin kazdım,
öbür kıtalara yol açtım.” diyor. Çukurdan yengeç kafalı adamlar çıkıyor.
Kıskaçlarında oltalar var, oltaların ucunda çikolatalı gofretler… Yemmiş.
Deniz ne zamandan beri beyaz? Denizi
ne zamandan beri mavi sanıyor? Üzerindeki kıyafetler ansızın buharlaşıp yok
oluyor. Çırılçıplak kalıyor. Utanıyor ama her şey normalmiş gibi geliyor. Kıyafetsizliğin de normal kabul edildiğine dair bir bilgi konmuş kafasına.
Beyaz denizin açıklarında dev bir mavi
balina ansızın başını sudan çıkarıyor. Ne büyük ama! Upuzun ve pembe dişleri
var. Pişkin pişkin sırıtıyor. Şişkin şişkin kasılıyor. Sonra, dipsiz bir kuyuya
benzeyen ağzını açıyor. Beyaz deniz girdap olup balinanın ağzına dolmaya
başlıyor. Her şey ve herkes kahkahalar atarak balinaya yutuluyor.
Çıplaklığını yeniden fark ediyor.
Balinanın ağzı büyük bir gürültüyle kapanıyor. Balina yine dişlek dişlek sırıtıyor.
Bir zil çalıyor. Dev ağız tekrar açılıyor. Balina yüzlerce kıyafet kusuyor. Kumsala
saçılan kıyafetlerden birini eğilip alıyor. Bir gece bekçisi üniforması…
Giyiyor. Elinde büyükçe bir deniz kabuğu var. Kıvrım kıvrım.
Pembeli-sarılı-grili-beyazlı. Düdükmüş. Öttürüyor. Koyu mavi gökyüzünde, pembe
pamuk helvadan bulutların orta yerinde kocaman bir boşluk açılıyor. Dev
gedikten upuzun bir tren çıkıp aşağıya çivileme dalıyor. Balinayı vagonlarından
birinin içine tıkıp geldiği gibi gökteki gediğe dönüyor. Gedik kapanıyor.
Yürüyor. Yüksekçe yapıların olduğu sokakta yürüyor.
İnsanlar gelip geçiyor sağından solundan. Bir kadın yolunu kesiyor. Kırmızı
mürekkepli dolmakalem istiyor. Bekle, diyor; bakayım. Ceplerini karıştırıyor. Bir
dolmakalem bulup sivri ucunu sol koluna batırıyor. Başparmağıyla plastik
pompaya bastırıyor. Tüpe köpük köpük kan doluyor. Kalemi kolundan çıkarıyor, kadına
veriyor. Kadın ise kalem karşılığında ona pembe bir ruj veriyor. Alıyor, rujdan
bir parça ısırıp çiğniyor. Kalan ruju cebine atıyor, yürümeye devam ediyor.
İleride bir metro girişi varmış.
Oraya gitmesi gerekiyormuş. Bir yere yetişecekmiş. Acele etse iyiymiş. İyi! Adımlarını
hızlandırıyor. Sağ tarafta mor ceketli biri... Adamın boynunda sarı bir yılan
var, kravat olarak sallanıyor. Yılan sakız çiğniyor. Pembe balon yapıp
patlatıyor. Dişleri yokken nasıl?... Hayır, dişleri var, sıra sıra, sarı sarı.
Yeni taktırmış. Mor ceketli adamın yüzü de mormuş. Yoldan gelen geçenlere el
küreğiyle bir şeyler dağıtıyormuş. Rakam… Rakamlar… Kürek kürek rakamla dolduruyor
ona uzatılan poşetleri. Adamın hemen sağında duran siyah-beyaz-gri bir sokak
köpeği sakal tıraşı oluyor. Boynunda kravat var, tasma niyetine takılmış. Sol
tarafta bir keçi var, sakalını sıvazlıyor, yan bakışlarla köpeği süzüyor, köpeğin
haline kıs kıs gülüyor.
Geçip gidiyor. Metroya çok az kaldı.
İşte, ulaştı sayılır. Metroya inen merdivenlerin yanında yüksekçe bir reklam
panosu… Panoda, sadece boyun ve baş kısmı görünen yeşil bir ejderha, muzipçe
bir sırıtışla ona bakıyor. Gözleri afacan çocuklarınki gibi fıldır fıldır. Seni
gidi hınzır! Dişleri birbirine kenetli. Sinir bozucu bir sırıtış. Hem samimi
hem tehditkâr. Birden bire panoda çubuklu bir dondurma beliriyor. Ejderhanın
ağzının önüne konduruluyor. Ejderhanın hınzırca sırıtışı keskinleşiyor. Kocaman
ağzını açıyor, ağzından sarı-turuncu-kızıl bir alev çıkıyor. Dondurma anında
buharlaşıp yok oluyor. Ejderha ağzını kapatıyor, alev sönüyor. Ağzının sol
tarafından dışarı çıkan kocaman dili, ağzın dış kısmında gezinip tekrar içeri
giriyor. Hımm, leziz! Ejderha yine dişlek dişlek sırıtıyor. Sonra bir dondurma
daha…
Metroya inen merdivene biniyor. Yürüyen
merdivenin basamakları çimle kaplı toprak parçalarından oluşmuş. Oturma yerleri
de varmış merdivende, oturuyor. Önde oturan mavi saçlı kadın, başını geriye çevirip
tanıyormuşçasına ona bakıyor. Dişlerinin arasında bir kalem tutuyor. Kendisinden
kırmızı dolmakalem isteyen kadınmış. Gözbebekleri altın sarısı. Gözkapakları
çan şeklinde. Dişleriyle kalemi sıkarak bir melodi mırıldanıyor. Zorunlu bir
sırıtışla mırın mırın ötüyor. Ne dediği anlaşılmıyor. Melodik sesler çıkarıyor.
Mırıl mırın tırın tırnırın mırıl dırın tırın dırdırın tırı mırı dırıl…
06.35
Cep telefonunun alarmı çalıyor. Bas üstüne! Saat değil ki bu! Olsun, sen bas! At elini üstüne, parmakların
tuşlardan birine rastgele dokunur, alarm durur. Bas! Nerede? İşte, az önce bıraktığın yerde! Az önce?...
Beş dakika önce! Beş dakika?...
Elini sesin geldiği yöne atıyor. Parmakları
bir tuşa dokunuyor rastgele. Melodik böğürtü susuyor. Telefonu eline alıyor.
Parlayan ekrana bakıyor. Telefon yazılı olarak soruyor: “Alarmı beş
dakika sonraya erteleyeyim mi?” Ertele! Ertelemeyi seviyor. Uyu…yor…rrr…
06.40
Mırıl mırın tırın tırnırın mırıl
dırın tırın dırdırın tırı mırı dırıl…
Sanki kendi iradesi varmışçasına
havalanan eli, avına yüksekten dikey iniş yapan bir doğan gibi hızla alçalıp
telefonun üzerinde patlıyor. Pat! Yakaladım! Sus! "Erteleyeyim mi?" Evet!
06.45
Mırıl mırın tırın tırnırın mırıl
dırın tırın… Pat pat! "Ertele…" Evet evet!
06.50
Mırıl mırın tırın tırnırın mır… Pat
pat pat! "Ertele…" Hayır!
Yüzünü yastıktan ayıramıyor. Yüzü
yastığa zamklanmış gibi. Ayırmaya çalıştıkça derisi yastığa yapışıp uzuyor sanki.
Çek be çek! Çek! Of, olmuyor! Uyanmaya
çalışıp yataktan kalkmayı denemek ile her şeyi boş verip telefonu duvara çalıp
da paramparçalayıp uykunun yumuşacık kollarına atlamak arasında kalmak… İkilem.
İkircik. İki… İki dakika daha uyusam.
Uyanıp kalkması gerektiğini vırvırvırlayan
iç sesi… Kalk hadi! Az daha uyusam. Kalkmalısın, giyinmelisin, işe gitmelisin,
zorunlusun, sorumlusun. Zobubuyum, sobubuyum… Haydi ama artık! Cık! Biraz daha uyusam. Yoksa metroda mı kestirsem?
Eve dönünce hemen yatıp uyusam. Tamam,
eve gelince hemen yatıp uyursun. İki dakikacık daha uyusam. Bir dalıyorum, bir
çıkıyorum, hoooop, dalıyorum, çıkıyorum, hoooop… Hı!
06.52
Uyku ile uyanıklık arası bir dilim
beyaz peynirim. Hammm yapsın beni yatağım. Dünyanın en ağır metalidir bedenim;
yatağım ise en güçlü mıknatısı. Çekiyor, bırakmıyor. Kurtaramıyorum kendimi
yatak-yastık-yorgandan. Dan dan dan! Kim o? Kim uyandı sabahın bu vaktinde?
Başkaları da mı var benim gibi uyanmaya mahkum? Suçum neydi? Kime ne kötülüğüm
dokundu ki? Niye bana bu ceza? Bana niye bu eza? Kimseye kötülük etmedim ben.
Karşılığı bu muydu? Bu mu bana reva? Haksızlık! Ik! Ih! Kollarım yetmiyor
bedenimi yukarı itmeye. Yatak-yastık-yorgan. Hepsi de y harfiyle başlıyor. Y,
ya, ye, yı… Ya, aya, ayak. Ayaklarım üşümüş. Dizlerimi çekiyorum, cenin
pozisyonundayım, uyuyorum, ben hep böyle uyurum. Y, yi, iyi. Hayır, değil!
Uyumamalıyım. Kalkmalıyım. Görev mörev, para mara, masa maşa… Maşa değil, maaş. Sen bir maşasın! Hayır, masayım. Kendi üzerime uzanıp
da biraz daha uyumalıyım. Haydi,
kalk, uyan! İş güç falan filan… Çok
güç, kalkamıyorum. Geçim meçim… Ben geçip gideyim, bir yerlerde
kıvrılıp uyuyayım. Söz bak, kimseyi rahatsız etmem. Zorunluluk morunluluk… Zor, çok zor, kalkamıyorum. Y, yu, uy,
uyu, uyku. Uyuyorum. Hah daldım, ıh, bir şey dürttü, uyandım. Şartlanma… Şart
mı kalmak? Şartlandırıldım. Dırıl dırıl dım! Telefon mu melodikleniyor yine?
Sanıyorum. Sanrılıyorum. Alarmı kapattım. Bu kez de uyanmaya şartlandırıldım.
Şart… Şalter… Alarmı kapattım. Ya beynimdeki şalteri nasıl kapatacağım?
Uyuyorum, hooop, uyanıyorum. Dalıyorum, hooop, çıkıyorum. Beynimi ele
geçirdiler, şartşurtkartkurtlandırdılar. Kaçamıyorum. Gözüm açıldı yine. Oh,
saat 06.54’müş! Bir dakikacık daha… Zzzzzzzzzzzzzzz…
06.55
Zzzzzzzzzzzzz…
Zınk!
Gözkapaklarını sertçe açtı. Uyunacak
bir dakika bile kalmamıştı. Tüm stokunu tüketmişti. Uyanmak ve yataktan ayrılmak
dünyanın en zor işiydi. Dünyanın uyanması sanki onun yataktan kalkmasına
bağlıydı. O uyanmasa sanki herkes ve her şey uyuyakalacaktı. Dünyanın en zor
görevi ona verilmişti. Uyanmazsa dünya duracaktı. Duramazdı.
Gücünü topladı ve kendisini itti
yataktan yukarı. Belden aşağısı yatağa yapışık kaldı. Dizlerini çekti, belden
aşağısı kurtuldu gibi. Yatağın çekim gücüne karşı koymak çok zordu. Yorgan,
sırtında sıcacık ağırlaşıyordu: “Haydi, bırak kendini! Bırak ve gerisini
düşünme, korkma. Ben hep arkandayım.” Yastık, gözlerinin içine şehvetle bakıp onu
kandırmaya çalışıyordu: “Göm yorgun, yılgın, yalnız yüzünü bana. Bırak
kucağıma. Yorgunsun, yılgınsın, yalnızsın. Hepsi de y harfiyle başlıyor bak.
Bırak!”
Dirseklerinin bükülmemesi için
kolunu iyice kastı, avuç içleri yatağa gömüldü, bükülen parmakları çarşafı
buruşturdu. Yatak-yorgan-yastığın yumuşacık, sıcacık, huzurcuk dolu, uyku
kokulu çağrısına iki eli ve iki diziyle karşı koyuyordu. Sanki iki dünya
çarpışıp yok olacaktı da arada tampon kurma görevi ona verilmişti. Emekleme
pozisyonunda, başı aşağıya sarkık, öylece duruyordu. Direniyordu. Ya son bir
kez gücünü verip kendisini yataktan dışarıya atacaktı ya da kollarını ve bacaklarını
kasmayı bırakıp pes edecekti. Beyninin şartlandırılan tarafı ağır bastı ve kendisini
yataktan dışarı attı.
Ev hâlâ karanlık. Bu karanlıkta
nasıl kalkılır, niye kalkılır? Kendin için mi? Hayır, başkaları için! Başkaları da kim? Onlar da senin için kalktı. Kimse benim için kalkmasın, ben de
kimse için kalkmayayım! Herkes uyusun. Uyuyalım.
Gün doğmuş muydu, doğacak mıydı?
Doğdu doğacak mıydı?
Gözlerinin karanlığa alışmasını
bekledi bir süre, odanın ortasında, omuzları çökkün, bilinci göçkün, öylece ayakta.
Yataktan kalkınca ışığı hemen açmıyordu. Yumuşacık karanlığı bir anda keskin bir
hançerle yaran aydınlık, gözlerini çok acıtıyordu. Bu yüzden birkaç dakika öylece
bekliyordu. Dakikalar sayılıydı oysa. Kronometreler çoktan çalıştırılmıştı.
Yatak odasının ışığını açmadı bu kez.
Karanlığı biraz daha solumak istiyordu. Odadan koridora çıktı, hemen yandaki
banyonun önünde durdu. Karanlığı kokladı. Saat
geçiyor. Geç kalıyorsun. Tamam!
Banyonun ışığını yaktı, içeriye
hemen dalmadı. Başını elektrik prizinin bulunduğu duvara yaklaştırdı. Işığın ele
geçiremediği bu karanlıksı yerde bir süre öylece durdu. Duvar dibindeki hafif
ışığa gözlerinin alışmasını bekledi. Gözleri alıştırma yapıyordu. Alıştığını
hissettiğinde de banyoya adım attı. Gözleri yine çok acıdı.
Çeşmeyi açtı, eğilip yüzünü yıkadı.
Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yorgun yüzünde yol yol akan su damlalarını
izledi ölgün bakışlarla. Çeşmenin başını çevirdi ağır ağır, suyun akışı
kesildi. Sol eli lavabonun kenarını, diğeri çeşme başını tutarken bedeninin
belden yukarısı hafifçe öne eğildi. Solgun yüzünde yol bulup akan su damlaları
çenesinden lavaboya atlıyordu.
Dikkatlice bakınca dudağının sağ
ucunda hafif bir kızarıklık olduğunu fark etti. Aynaya iyice yaklaşıp kızarıklığı
inceledi. Bu, bir uçuktu. Başlangıç evresinde bir uçuk. Dudakları zaman zaman
uçuklardı ve o, bunu her seferinde sorun ederdi. Birilerinin, “Ne o, korkunç
bir rüya mı gördün?” diye sormalarından nefret ederdi. “Benim rüyalarım, sizinkiler
gibi gündüz yarım kalan işlerinizin uykuda tamamlanmasından ibaret değil.”
demek isterdi de demez, susardı.
Korkunç rüya görmenin uçuk ile
bağdaştırılması ne garipti. “Sıkıntıdan, stresten ya da vücut direncinin
düşmesinden olur.” demişti doktor. Kim sıkıntılı, stresli değildi ki? Bir
merhem vermişti. Bir ay önceydi. Ecza dolabındadır, alıp da süreyim. Hah, işte burada!
Birden bire çok eski bir anı çaktı
zihninde. Çocukken dudağının uçukladığı bir gün, aile büyüklerinden birisi ona,
“Ruj sür, iyi gelir.” demişti. Çocuk aklıyla bu sözün komikliğine mi gülsün,
acayipliğine mi şaşırsın? Kendisiyle alay edilip edilmediğinin kuşkusunu mu
didiklesin? Her sorgulama anında olduğu gibi gözleri kısılmıştı. İddiayı ortaya
atan kişi, iddianın doğru olduğunu vurgulayacak biçimde bilgiç bilgiç sırıtıyordu.
Bir kozmetik ürününün ilaç işlevi
görmesi… Hadi canım sen de! Önyargılı kafası hemen uyarı sinyalini vermiş, bu
önerili iddiaya / iddialı öneriye karşı çıkmıştı. Dene de gör, denilerek
kendisine uzatılan ruju tedirgin ve sorgulayıcı bakışlarla almış, kararsızca
incelemişti. Saçma! Kapağını açıp çevirmişti. Pembe bir ruj…
Ama mahalle arkadaşları ne derdi bu
duruma? Erkek ve ruj… Alay ederlerdi kendisiyle. Rezil olurdu. Unutulmazdı da
bu olay. Her fırsatta konu edilir, gülünürdü. Buna karşın, “Gece yatmadan önce
sür, sabah kalkınca silersin, olur biter.” denilerek razı edilmişti denemeye.
Sabah kalktığında uçuğun küçülüp büzüldüğünü görünce hayretler içinde kalmıştı.
Nasıl olurdu yahu! Batıl inanç ya da aslı astarı olmayan bir alternatif tıp
önerisi gibi duran iddia, işte, doğrulanmıştı! Sonraki her uçuk vakasında da aynı
yöntemi uygulamış ve yine aynı sonuçla karşılaşmıştı. Rastlantı mıydı? Hayret
doğrusu! Ama gerçekti işte. Yine de hayret yahu! Bir şeyin gerçek olması, ona
şaşırılmayacağı anlamına gelmezdi ya!
Yıllar geçip de büyüdüğünde, gülünç
duruma düşme kaygısı güdükleştiğinde anlatmıştı bu olayı çevresindekilere. Başkalarından,
“Annem de aynı şeyi söylerdi.” dendiğini işittiğinde ise bu olayın efsane gibi yayıldığını
düşünmüştü. Efsaneden gerçeğe emin adımlarla yürüyen ruj mucizesi…
Sabahın köründe çiğ banyo ışığı
altında aydınlanan bu anı parçacıkları bir film şeridi gibi zihninde dönüp
dururken yavaşça sürdü merhemi uçuğun üzerine. Vay be, dedi içinden. Efsaneler ve
mucizeler çağı çoktan kapanmış.
Saçları savaştan çıkmış gibi
darmadağınıktı her zamanki gibi. Bu kadar biçimsizleşmeyi nasıl başarıyordu bu
saçlar? Bu azim nereden geliyordu? Aynı azmin küçücük bir parçası kendisinde
olsaydı dünyayı ele geçirebilirdi.
Saçlarını ıslattı. Bir eline tarağı,
diğerine kurutma makinesini aldı. Makinenin düğmesine bastı. Sıcak hava, makinenin
büzüşmüş bir ağza benzeyen uç kısmından vuuuu diyerek püskürmeye başladı.
“Vuuuu, bu ne dağınıklık yahuuuu! Vuuuu, yine berbat görünüyorsunuz uuuuuu!
Vuuuu, bu saçlar düzelse ne olur sanki, bu ölgün suratın tepesinde! Vuuuuuuuuuuuuuuu!”
Tık! Düğmeye bastı. Çenesi düşük makineyi
susturdu.
Tıraş? Bugünlük idare eder. Tıraştan
nefret ediyorum. Tıraşlı bir erkek yüzü, ne itici bir görüntü! Haklısınız, monşer. Yerinde bir tespit.
Banyodan çıktı. Yatak odasına döndü.
Işığı açtı. Pijamasını çıkardı. Yorganın altına tıkıştırdı. Ne şanslısın sen
biliyor musun pijamacık? Bak sıcacık yatakta sen uyumaya devam edeceksin, bense
uyanık kalacağım. Senin yerinde olsaydım keşke! Kanlı canlı olacağıma, basit
kumaştan bir pijama olsaydım… Hep uyusaydım…
Elbise dolabını açtı. Gömleklerden
birini rengine bakmaksızın seçti aldı. Üzerine geçirdi. Düğmelerini
iliklemeye başladı. Bir, iki, üç, dört, beş… Hiç acelesi olmayan, hayatta
hiçbir yere yetişmek zorunda kalmamış bir keyif düşkününün icadı olsa gerekti
bu gömlek denen meret. İliklemekle bitmiyor beter olasıca! Eee, bir ucu uzun
kaldı bunun! Kahrolası şey! Bir yanlış ilikleme, sonraki düğmelerin de yanlış
iliklenmesine neden olmuştu. Çöz, baştan başla. Hayat yolunda da bir yanlış karar, sonrakilerin de yanlış olmasına yol
açabiliyordu, değil mi, monşer? Evet, ama hayata baştan başlanamıyordu ne
yazık ki.
İlikleme faaliyeti başarıyla
tamamlandıktan sonra dolaptan rastgele bir kravat seçti. Koyu yeşil; yılan
derisini andıran pul biçiminde desenleri olan, taka çıkara taka çıkara taka
çıkara taka çıkara düğümü iyice büzülüp sıkışmış bir kravat… Şeye benziyor… Neye? Şeye işte… Tasma? Hayır! Kement?
Hayır! Tavandan sarkan urgan? Hayır. Ne peki? Hepsi.
Medeniyet yuları mıydı bunun diğer
adı? Bulan, iyi bulmuş benzetmeyi. Ayakta alkışlıyorum. Şu sıcacık yatakta uzanırken de alkışlayabilirdin, kalkmana gerek
yoktu. Sus! Ben bulmuş olmak isterdim bu benzetmeyi. Üç beş santim
genişlikteki uzunca bir bez parçasının resmiyeti, saygınlığı, şıklığı, güveni,
efendiliği, onu bunu şunu simgelemesi; pek rağbet görmesi… Medeniyetin sonu bu
olsa gerek.
Yılan gibi boyna dolanan; boyuna da
sıkıp duran bu gereksiz kumaşçıkla ilgili bir gazete yazısı okumuştu. “Filanca
işi yaparken dikkat edilmesi gereken falanca şeyler” konulu yazılardan biriydi
ve bu kez konu, kravattı. Yazıda, bu zımbırtıyı takarken çok sıkmamak gerektiği;
çok sıkıldığı vakit, beyni besleyen boyun damarlarının baskılandığı, bu yüzden
de kan akışının azaldığı, beynin yeterince beslenemediği belirtiliyor,
yurttaşlar uyarılıyordu. İşte o zaman bu kravatın yeni bir işlevi daha olduğunu
anlamıştı. Boynu bu kumaşçıkla sık ki beyne az kan gitsin. Daha az düşün. Bize
az düşünenler lazım. Hım! İyi bir yönetme stratejisi.
Kravat hükümdarlığının nişaneleri olan
kumaş pantolon ve ceket de giyildikten sonra takım tamamlanmış oldu. Artık
dünyayı değiştirecek bir buluşa imza atabilirdi. Uzaylılar bile şaşırırdı belki bu icada.
Öf! Bir gün bu takım elbiselerin hepsini ateşe vereceğim. Ateşiyle sigarımı
yakıp koyu mavi dumanını püfür püfür tüttüreceğim.
07.05
Geç kalıyordu alışkanlığı olduğu
üzere. Geç kalmak konusundaki istikrarı takdire şayandı.
Evden çıkmadan önce mutfağa uğradı.
Çekmeceden çikolatalı gofret çıkardı. Paketi parçalarmışçasına hızla açtı.
Gofreti ağzına tıkıştırdı. İyice kurumuş olan diline yapışan,
çiğnedikçe çamurumsu bir kıvama gelen gofret ezmesini çabucak yutabilmek için
çeşmeden bir bardak su doldurdu. Suyu hızla içti. Çikolatalı
bulamaç, kravatın sıktığı boğazından destur alıp geçti ve midesine yollandı.
Bardağı bankoya bırakırken masasının
yanındaki damacana ilişti gözüne. Damacanadan su içmeye bir türlü alışamamıştı.
Hah, sanki eskiden damacana vardı! Damacanayla
mı doğdun? Geç kalıyorum. Aklıma gelmişken söyleyeyim. Ne diyordum? Hah! Eskiden herkes çeşmeden su
içiyordu, damacana icat oldu çeşmelik bozuldu. Fesuphanallah! Haksız mıyım, monşer? Çeşmeden
akan sular kirli mi? Yıllarca kirlendik mi yani? Ya şimdi, bu galoşlardaki
suların temiz olduğu ne malum? Galoş mu? Hah ha! Seni sınamak istedim. Galon, diyecektim. Çekip gider misin
başımdan? Başından mı? Sadece sana mı ait
o baş? Tamam güzel kardeşim, uzatma da söyle ne söyleyeceksen! Yıllarca çeşmeden su içmiş insanlara,
günümüzde, daha temiz ve güzel diye damacana suyu pazarlıyorlar ya? Eee?...
Yakında, duş alırken de damacana suyu
kullandırırlar insanlara. Bak gör. Hı hı! Şampuanlar daha iyi köpürüyormuş damacana sularıyla, daha iyi
yıkanılıyormuş. Doğrudur. Ne çok para
yolarlar ama! Yaaa, evet! Sen beni
dinlemiyorsun sanırım. Geç kalıyorum. Hadi, kaçtım ben.
Mutfaktan çıktı. Ayakkabılığın önünde
durdu. Kontroller başladı.
Cep telefonu?
Ceketin sol iç cebinde. Cüzdan? Pantolonun
sağ arka cebinde. Anahtar? Kapının
üzerinde. Birazdan çıkarıp pantolonun sol ön cebine atacağım. Faturalar? Ceketin sağ iç cebinde. Kırmızı kalem? Mavi saçlı kadının ağzında.
Ne? Şey, pardon! Ceketin sağ iç
cebinde. İş ilanları sayfası? Sağ dış
cepte. Naneli şeker, ıslak mendil?
Sol dış cepte. Ağrı kesici? Sol üstteki küçük cepte. Her şey tamam, uçuşa hazırız kaptan! E haydi, yapalım o zaman!
Fiyuuuuu!
Ayakkabılığı açtı, az tozlu bir ayakkabıyı
çekti aldı. Kapıyı açtı. Ayakkabılarını yere bıraktı, giydi. Geç kaldım. Ayakkabıları
fırçalamaya vakit yok. Hiçbir şeye vakit yok. Kapıyı iki kere kilitledim,
omzumla yüklenip kontrol ettim. Açılmadı. Tamamdır.
Dairesi ikinci kattaydı. Asansörün dijital
göstergesinde “6”
yazıyordu. Uf, çift kapılı yavaş asansör inecek de kapı açılacak da… Merdivenlerden
daha hızlı inerim. Basamakları ikişer ikişer indi. Sekiz - on saniye sonra zemin
kattaydı. Girişteki dairenin kapı kilidinin çevrildiğini duydu. Çıkanlarla
karşılaşmamak için daha da hızlandı, apartmandan kaçar gibi çıktı.
Çıkar çıkmaz yüzüne is kokulu bir serinlik
hücum etti. Mevsim, sonbahardı. Gökyüzü lacivert bir alacakaranlığa boyanmıştı.
Ne acayip bir zaman dilimi… Gündüze mi aitti, geceye mi? Geceyle gündüzün
çocuğu…
Yüzüne çarpan serinlik, o vakte
kadar uyanamamış olan hücrelerini de uyandırmıştı sonunda. Her sabah, “Bir gün,
sabahları asla görmeyeceğim bir hayatım olacak.” diye ant içiyordu. Sokak
lambaları hâlâ yanıyordu. Altlarından gelip geçen, sağa sola koşuşturup duran,
araçlara binip giden, araçlardan inip oraya buraya seğirten insanlara bakıyorlardı
şaşkınlıkla. "Biz hâlâ karanlığı aydınlatmakla meşgulken, gündüz henüz
olgunlaşıp da büyümemişken, siz insanlar, nereye böyle, bu kadar erken?" Acıyordu
hepsi bu zavallı insanlara.
Koşar adım durağa gitti. Tüh! Beklediği
otobüs değilmiş gelen. Dikilmeye başladı. Durakta başka bekleyenler de vardı,
karşı durakta başka bekleyenler, bekleyenler, bekleyenler… Kadın erkek demeden
herkes nasıl da düzgün giyimliydi sabahın bu eziyet yüklü vaktinde. Saçlar
başlar jöleli, taralı, düzgün… Makyajlar tam. Kıyafetler birbiriyle uyumlu, ütülü,
jilet gibi. Ayakkabılar ve çizmeler boyalı, gıcır gıcır. Çantalar, tokalar, broşlar,
takılar… Hepsi özenle seçilmiş, takıp takıştırılmış.
Bu insanların derdi neydi böyle?
Sabahın bu kör vaktinde, kör olasıca vakitte bu özen, bu düzen? Akıl alır gibi
değil doğrusu! Saat kaçta kalkmışlar acaba bu halde sokağa çıkabilmek için?
05.00’te mi? Allah bilir tam teşekküllü kahvaltı da yapmışlardır. Hayret! Bu erken
vakitte bu azim, bu istek, bu heves, bu iştah… Uykudan daha mı değerli süsler
püsler, üstler başlar?... Ben üzerime ne giydiğimi işte şimdi şu durağın
camındaki yansımamda fark ediyorum. Kıyafetimin her bir parçası ayrı telden
çalıyor. Saçım başım, eh, idare eder işte. Uyduruktan hallice.
Kesin benim bilmediğim bir şeyi
biliyorlar. Benim farkında olmadığım bir şeyin farkındalar. Herkes ağız birliği
yapmışçasına suspus. Çıt yok. Büyük bir sırrı benden gizliyorlar. Bende olmayan bir mekanizma, bir modül, bir donanım, bir
yazılım var zihinlerinde. Sabah kalkar kalkmaz söylenen sihirli bir sözcük var
bildikleri. Acaba ne?
Saklıyorsunuz. Saklayabiliyorsunuz, gözlerinizdeki o derin boşluklar dışındaki her şeyi. Gözlerinizdeki susuz kuyuları görüyorum. Zorunluluk ve sorumluluk
adına feda edilenlerin, elden çıkarılanların, üstü örtülenlerin, terk
edilenlerin geride bıraktığı oyuntuları, çukurları… Gözlerinizden sökülüp de
alınan ışığın yerine yapıştırılan o yitik ve bitik gölgeleri… Çürüyen, kararan
hayallerinizden geriye kalan cesetleri… Morg soğukluğundaki bakışlarınızın asılı durduğu donuk yüzlerinizdeki mermer beyazlığını… Tüm ölen ben’leriniz için diktiğiniz
soğuk mezar taşlarını… Görüyorum. Düşlerinizden bu kadar uzağa sürgün
edilmişken, bu durakta sizi neyin gelip de almasını bekliyorsunuz?
Firen sesi duyuldu. Beklediği otobüs
gelmişti. Otobüse bindi. Kartını çıkarttı, cihaza okuttu: Dıt! Ardından binen
çoktu. Arkaya doğru ilerledi. Dıt! Oturacak yer yoktu. Dıt! Herkesin üstü başı
gayet düzgündü otobüste de. Dıt! Zaman bol bol dağıtılırken ben uyuyordum
sanırım. Dı dıt! Uzay filmlerindeki gibi kıyafetler olsa keşke. Dıt! Her gün
aynı şeyi giysek ve bu, hiç fark edilmese… Dı dıt! Şuraya tutunayım, başım
dönüyor yine. Dıt! Aç karnına uykusuzluk… Dı dıt! Fena... Dıt! En son ne zaman
kahvaltı yapmıştım acaba? Dı dıt! Pazar günleri öğlen-ikindi arası bir vakitte uyanıp
da buzdolabında bulduklarımı tıkınmayı kahvaltıdan saymazsak… Dıt! Hımmm! Dıt!
Hafızamı fena zorluyorum şu an. Bakiyeniz
yetersiz! Kahvaltı… Kahvaltı… En son?.. Anımsayamıyorum gerçekten. Dı dıt! Belki
de en son lisedeyken annem zar zor uyandırıp zar zor yaptırmıştır. Dı dıt! Hadi
canım! Dıt! O kadar eski yani… Dı dıt!
Otobüsün kapısı öfleyip puflayarak
kapandı. Yorgun ve uykusuz otobüs isteksizce hareket etti. Şoför günde kaç kere şu kart okutma sinyalini
duyuyordur acaba? Sürekli aynı sesi işitmek insanı çıldırtmaz mı? Bilinçaltına
işlemiştir artık, rüyasında bile duyuyordur. Canım, en azından iki farklı ses var. Aman, ne kadar da rahatlatıcı
bir avuntu! Adam başka bir yerdeyken benzer bir ses duyuyorsa ya da o sesi
bu sese benzetiyorsa karnına kramp giriyor, yüreği kasılıyordur herhalde. Bence de… Senin alarm melodini çağrı melodisi
yapan birinin telefonu çaldığında içinin kıyılması, karnının kasım kasım
kasılması, yüzünün gerilmesi, dilinin acımsı-ekşimsi yavansılaşması gibi yani.
Evet, aynen öyle!
Sokaklar ve caddeler araçlarla, insanlarla dolu.
Herkes bir yerlere yetişme derdinde. Kim için? Sen şimdi, kendileri için, gelecekleri
için, aileleri için, dersin. Aah ah! Herkes bir başkası için çalışıyor a
dostum! Herkes başkalarının işlerini bitiriyor kendi hayallerini törpüleyip ömürlerini
tüketerek. E, başkaları da senin için
çalışmış oluyor bu durumda. Değiş-tokuş. Senin işini birisi, sen birisinin
işini… A cancağızım, bu kadar mı muhtaç düştük birbirimize, bu kadar mı
bağımlısı olduk birbirimizin? Ne zamandır? Herkes kendisine dönse, ben de döne
döne uyusam.
Otobüs, durağa vardı. Otobüsten
indi. Metroyla devam edecekti. Metroya -yürüme mesafesi- sekiz dakikalık yolu
vardı. Yüksekçe yapıların bulunduğu genişçe sokakta hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.
Dükkanların bazıları açılmıştı, bazıları kapalıydı. Kapalı dükkanların
sahipleri ne kadar da şanslı. Belki hâlâ sıcacık ve yumuşacık yataklarına
gömülüdürler. İşte, kocaman kapalı bir dükkan! Aman! Mobilya-ev tekstiliymiş.
Uyku setlerinde indirim olduğu yazıyor dükkan camında. Sabah sabah… Tıpkı annesinden
koparılmış bir çocuk gibi, yatağından koparılmış, uykusu gözlerinden çalınmış
insanların geçtiği bir yola uyku seti reklamı koymak… İnsanlık dışı! Küfretmekle
eşdeğer be! Yuh! Almıyorum ulan!
Caddeye çıktı. Buradaki dükkanların ise
çoğu giyim kuşam üzerineydi. Bir tanesindeki afişte, yakışıklı bir adam takım elbise
giyinmiş; kesik kesik, yandan yandan, jön jön, artist artist, karizma karizma, bakıyordu. He heyt be! Vitrinde sergilenen takımların fiyatları çok uçuktu. Of, bu uçuk da nereden
çıktı şimdi! Krem işe yarasa bari! Ruj
daha çabuk iyileştirir. Ruju da nereden bulayım canım? Yoldan geçen bir kadından iste. Saçmalama! Böyle bir şey istemek
insanı ne duruma düşürür düşündün mü hiç? Düşünmedim.
Yani, düşünmediğimi düşünmedim. Düşündüm de vitrindeki bu takım elbiselere kim
bu kadar para sayar ki? Afişteki adamlar sayar.
Metronun girişi görünmüştü. Koşuşturup
duran insanlar birbirlerine çarpmamak için müthiş bir kıvraklık sergiliyorlardı.
Ne maharet ama! Manevralar kusursuz. Korna sesleri, simit satıcılarının sesi, minibüsçülerin
bağırıp çağırma sesleri, onun sesi, bunun sesi birbirine karışıyordu. Ne
oluyordu yahu? Bu telaş niye? Dünyanın kapanma vakti gelmişti de herkes son
trene mi yetişmeye çalışıyordu? “Değerli müşterilerimiz, Dünya gezegenimiz
yarım saat sonra kapanacaktır. Lütfen çıkışlara ilerleyin.” AVM’ler gibi…
Kapansa ya dünya…
Saatine baktı. Geç, hep geç! Adımlarını
hızlandırdı. Yaşlı piyango biletçisi yine aynı yerde duruyor; gelen geçene, “Şanslı
biletler burada!” diye sesleniyordu. Piyangocunun üzerinde mora çalan kadife
bir ceket, içinde sarıya kaçan bir gömlek, yakasında açık yeşile dolanan bir kravat...
Hep aynı şeyleri mi giyiyor? Yüzünde her zamanki davetkâr gülümseme… Sabah
sabah neşeli olmak, herkese gülücük saçmak… Bu üstün yetenekle lütuflandırılmış
insanların küçük işlerde işi ne? Yanında yine aynı siyah köpek... Yere uzanmış,
çenesini patilerinin üstüne koymuş, kaygısız kaygısız bakınıyor her zamanki
gibi. Yaşlıca. Çenesindeki tüyler seyrelmiş, dökülmeye yüz tutmuş.
Al şuradan bir bilet. Eee?... Belki çıkar.
Cık! Çıkmaz. Ya çıkarsa? Allah be!
Akşamlara kadar uyur, sabahlara kadar… Aman
be monşer! Ben, büyük ikramiye, diyorum; sen uyumaktan söz ediyorsun. Sabahın o
ezinç ve eziyet dolu vaktinde acı çek çeke uyanmak zorunda kalmamak… İşte, gerçek ikramiye! Para
başka ne işe yarar ki?
Bilet almadan geçip gitti
piyangocunun yanından. Metronun girişine varmak üzereydi. Girişin
hemen yanına dikilmiş kalın bir direğin üzerinde dev bir reklam panosu vardı. Uzun
zamandır da aynı reklam... Panoda kusursuz güzellikte bir kadın… Elinde
çikolata kaplı bir dondurma… Canım ne zaman isterse o zaman yerim tavırları… Elindeki
dondurmayı görmesek kozmetik reklamı sanabiliriz. Hani, kozmetik reklamı olsa
anca bu kadar süs püs olur. “Öyle kusursuz ve eşsiz bir güzelliğim var ki bana
bakan herkes işte şu elimdeki dondurma gibi donup kalır. Üflesem erir gider.
Ben mükemmelliğin vücut bulmuş haliyim.”
Girişe ulaştı. Yürüyen merdivene
bindi. Sağdakiler basamakta duruyordu; sol taraftan aşağı yürüyerek inenler vardı. Soldan
indi. Kartını dıtlatarak turnikeden geçti. Dıtların ardı arkası kesilmiyordu.
Özel güvenlik buna nasıl dayansındı? Belindeki copa sarılıp dıtlatma
cihazlarını parçalasa yeriydi. Vur vur parçala…
Bir merdivenden daha indi, perona
girdi. Trenin gelmesine üç dakika vardı. Parfüm, jöle, tıraş losyonu kokuları
birbirine karışıyordu. Kendisi de sürünmüş müydü koku falan? Vakit kalmamıştı
ki. Hiçbir zaman yoktu. Şehirde her saniyenin önemi çoktu. 3-2-1. Tren geldi. Hüüüp!
Yılan gibi yuttu tüm yolcuları.
Şans eseri oturacak bir yer bulmuştu
o kalabalıkta. Cebinden iş ilanları sayfasını ve kırmızı pilot kalemini
çıkardı. İşinden nefret ediyordu. Daha az nefret edeceği bir iş arıyordu. İlanlardan
bazılarını kırmızı kalemle işaretliyordu. Uygun bir zamanda telefon edip
görüşeyim, diyordu ama bir türlü arayamıyordu. Nefret ettiği işi onu
tüketiyordu. Buna karşın bırakamıyordu. Madde bağımlılığı gibiydi bu durum.
Zarar verdiği halde terk edilemiyordu. Yine de iş ilanlarına bakmaktan
alamıyordu kendisini. Kendisini kandırmaktan başka çare bulamıyordu. Boş ver, bırak, istifa et. Gece bekçisi ol,
sabaha kadar takılır, düdük öttürürsün. Akşama kadar uyur, uyur, uyursun. Kalkar,
düdük makarnası yersin. Oh be, ne güzel olur!
Kafasını sayfadan kaldırdı. Herkes
ona mı bakıyordu? Sizin de mi yeni bir işe ihtiyacınız var? İşlerimizi değiş-tokuş
edelim mi? Madem birbirimizin işlerini yapıyoruz her gün, sırf bunun için
sıcacık ve yumuşacık uyku cennetinden düşüyoruz sabah sabah bu ayaz cehenneme…
Takas edelim mesleklerimizi. Bir süreliğine daha az eziyet çekeriz belki. Sonra
yine değiştiririz.
Bir an için, kafasında dönüp duran
her şeyi vagondakilerin duyduğu sanısına kapıldı. Dar mekanda gezinen gözlerin
mecburen karşılaşması, bir-iki saniyelik duraksamalar, sonra ayrılmalar… Vagonun
içi sayısız gözle doluydu. Her yer göz… Sıkış tepiş. Kaçacak yer yok. Daraldım. Boğuluyorum.
Nazara geldim!
Tren ineceği istasyona yaklaşınca
oturduğu yerden kalktı. Koltuğun mirasçısı hemen oturdu boşalan yere. Bari ölmemi
bekle-, aman, bari inmemi bekleseydin.
Kapının önü bir sonraki durakta
inecek olanlarla doluydu. Bir işaretle siperden fırlayıp çıkacak ve düşman
hattına doğru yardırıp koşacak askerler gibiydi bekleyenler. Herkes
kaderini kabullenmiş gibiydi. Sıra, onlardaydı. Ey silah arkadaşlarım! Bizim
vaktimiz geldi. Gözlerimizdeki donukluk sizi yanıltmasın. O gördüğünüz; adanmışlığın,
vakarın ve kabullenmişliğin yansımasıdır. Şimdi çıkacağız ve çarpışacağız
alnımız ak! Bak, yazıyor destanımızı sessizce her çehre. Dünya dediğin, cephe
içre cephe...
Tren durdu. Kapılar açıldı. Tren, yığınla
insanı durağa kustu. Bir o kadar da insanı yuttu. Yoluna devam etti. Obez şey!
Herkes yürüyen merdivenlere yöneldi.
Kimileri soldan yürüyerek çıkıyor, zaman kazanıyordu. Herkes mi geç kalmıştı
kendisi gibi? O niye yürüyerek çıkmıyordu? Başı dönüyordu. Göğüs kafesinde
yukarıdan aşağıya doğru bir ezilme hissi uyanmıştı. Sanki içeriden bir şey
dışarıya çıkmaya çalışırken dışarıdan bir şey de içeri girmeye çalışıyordu. İki
şey aynı anda bastırınca güç dengeleniyor, göğüs kafesi acıyordu. Bunun ne
olduğunu biliyordu. Yorgun, uykusuz ve acıkmış olduğunda hissediyordu bu
baskıyı. Yani, her sabah.
Merdiven ağır ağır ilerliyordu.
Makineleşmiş dünyaya parça üreten bir fabrikanın tamamlanmış ürünlerinin
yürütüldüğü hareketli zemin… Biyolojik makine parçaları… Birazdan herkes dev makinenin
bir bölümüne takılacak. Görevini yerine getirip makinenin düzgün çalışmasını
sağlayacak. Bir bölümün çalışması diğer bölümlerin de çalışmasına bağlı olacak.
Herkes birbirinin de işini yapmış olacak. Herkes herkese hizmet etmiş olacak.
Aksayan parçalar sökülüp değiştirilecek. Pahalı olduğu düşünülen parçalar
makineden atılacak. Daha ucuza temin edilecek olanlar onların yerine takılacak.
Merdiven ağır ağır ilerliyordu. Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.
Ağır ağır çıkartılıyoruz bu merdivenlerden.
İşte o! O! Geçen gün gördüğü mavi
deri ceketli kadın! On beş-yirmi kişi kadar önde. Kapkara saçlarının uçlarını
maviye boyamış. Koyu
renk ve ciddi giyimli insanların içinde bir kurtarıcı... Elini
uzatsa, tutacakmış gibi... “Gel!” dese, çağrısı koşulsuz kabul edilecekmiş gibi… “Seni
kurtarıyorum.” dese, kurtaracakmış gibi. Dönüp baksa bana, yüzündeki çağrıyı
okusam, arkama bile bakmadan, bir an bile tereddüt etmeden gitsem… Kaybolsam… Kaybolsak…
Bizi merak edecek ve anımsayacak bir tek kişi bile kalmasa arkamızda… Silinip
gitsek tüm hafızalardan…
Merdiven, yukarı çıkarttıklarını düz
zemine yumuşak bir geçişle bıraktı. Gerisi insanlara kalıyordu. Herkes hızla
yürüyordu. Onun gözleri ise mavi deri ceketli kadını arıyordu deli gibi.
Kalabalık çok yoğundu. Seçemiyordu. Onu yine gözden kaçırmıştı. Belki de bu kez
kadın birisini kurtarmıştı. Gitmişlerdi arkalarına bakmadan. Yok olmuşlardı.
Yürüyordu. Çıkışa giden yolun
duvarlarında boy boy reklamlar vardı. İnsanlar için yeni yeni ihtiyaçlar icat edip buna
uygun zımbırtılar üretenler, pazarladıkları ne olursa olsun, çok güzel ve
yakışıklı insanları aracıları yapıyorlardı. “Ey yürüyen müşterilerimiz! Bizim
aracılarımız, sizin amaçlarınız olsun! Bu kusursuz görünümdeki insanlarla aynı ürünleri
kullanmak sizin için bir ayrıcalıktır. Onlar sizinle aynı ürünleri kullanmaktan
büyük mutluluk duyacaklar. Baksanıza, nasıl da içten gülümsüyorlar!”
Reklam insanları
gülümsüyorlardı. Yanlarından geçip giden insanlarsa suskun çığlıklarını, isyankâr boyun eğmişliklerini, kapana kısılmış özgürlüklerini, reddiye yüklü kabullenişlerini yansıtıyorlardı
donuk bir ayna misali yüzlerinde.
Metro çıkışı insan kalabalığından
tıkanmıştı adeta. Dev bir el gelse de bir yerlerden bir delik açsa, akıtsa
insanları dışarıya.
Çıktı. İşyerinin yolunu tuttu. Yol
üzerindeki pastaneden üç poğaça aldı. Yağlı ve sıcak poğaçalar
iyi iş görüyordu. Midede yorgan misali serilip açlığı mışıl mışıl uyutuyordu
uzun süre. Üzerime yorgan üstüne yorgan serin. Uykulara dalayım derin derin.
Biri çıksın, “Senin işin uyumaktır.” desin.
Poğaçaları bazen yolda yürürken
ağzına tıkıştırıyordu. İşyerinde kendisine, “Yine mi kahvaltı etmeden çıktın?”
diye sorulmasından; “Poğaçayı çok seviyorsun herhalde.” denmesinden nefret
ediyordu. “Eee, insanın bir kahvaltı hazırlayanı olsa… Değil mi ya…” diye tamamlanıyordu
her sabah bu kalıplaşıp katılaşmış laflar. Bunları nerede ezberletiyorlar?
Kahvaltı mı? Hangi ara, ne zaman? Uyanıp
giyinip hazırlanmaya zor zaman buluyorum her sabah. Hem uykudan güzel kahvaltı
mı var? Oh, şöyle sıcak sıcak, tatlı tatlı bir uyku… Bal dök üstüne, uyu… Evet!
Poğaça tabii ki! Ne olacaktı ya? Mideye bir şey girsin, gurul gurul ötüp duran
açlığı sustursun yeter. Sevmekle ya da damak tadıyla ilgili değil bu. Tamamen
işlevsel. Siz ne yediniz kahvaltıda? Portakallı ördek mi?
“Günaydın” dendikten sonra başka bir
cümle daha kurma ihtiyacıyla söylenen bu tür kalıplaşmış laflar sinirine
dokunuyordu. Söylene söylene sonunda atasözüne dönüşmesinden korktuğu laflar…
Bodrum katında bir deponun bekçisi olmak istiyordu böyle anlarda. Otursun
masasında, ayda yılda bir biri gelsin, basit bir şey istesin. O kadar. Beş tane poğaçayı demli
çay eşliğinde yavaş yavaş tıkınsın. Sonra da başını masaya koyup uyusun.
Poğaçaları yolda gelirken yedi.
Binaya girdi. İş…
İşteyken zaman çabuk geçsin isterdi.
Çocukken kendisine sorulduğunda
“Büyüyünce ne olacaksın?” diye, aklına bir şey gelmezdi. Her çocuk iyi ya da
kötü, mantıklı ya da uçuk kaçık (Uçuğum belli oluyor mu acaba? Fark edip de bir
şey demeseler bari.) bir yanıt veriyordu. Çocukların sevdiği sorulardandı bu.
Kendisi ise ne olmak istediğini bilmezdi. Düşünmezdi. Ne istediğini değil, ne
istemediğini bilen biri olduğunu anlaması uzun zaman almıştı. Anladığında iş
işten geçmişti. O, işini değil; işi onu seçmişti. Hani, çocukken bir yanıt
verebilecek durumda olsaydı asla şu anki mesleğini söylemeyeceği kesindi. En
son sırada bile yer almazdı. Liste dışı bir iş olurdu onun için. Köşe bucak
kaçılacak bir iş… İmdat!
İşteyken zaman çabuk geçsin isterdi.
Her zamanki işlerini yaptı. Kağıtlar
aldı önüne, okudu kaldırdı. Kağıtlar geldi önüne, okuyor gibi yaptı, imzaladı.
Kağıtlar çoğalttı sanki dünyada sayıları azalmış gibi. Nesli tükenme
tehlikesine girmiş gibi. Kağıtlar attı çöp sepetine sanki atmakla soyu
tükenecekmiş gibi. Kağıtları dosyalara kaldırdı, uykuya yatırdı. Ne güzel de
uyuyorlardı. Kağıtları dosyalardan indirdi. Uykuları kaçan kağıtlar masalara
saçıldı. Kimisi zımbalandı, hiç ayrılmayacak sevgililer gibi. Kimisi farklı ve
özel olma derdindeydi, ataşla tutturuldu. Kimisi gezgin olmaya pek düşkündü,
masa masa gezdi, gezdirildi. Kimisi bir süre ortalıklarda görünmek istemiyordu,
sümen altına kaçtı, saklandı.
Kağıtlardan başını kurtarabildiği
zaman aralıklarında ise konuşması gerekiyordu. Konuşmak pek de tercih ettiği bir
şey değildi. Yazmak daha coşkuluydu. Heyhat! Konuşmak, işinin en önemli
parçasıydı. Konuştu, konuştu, konuştu. Dinleyenler oldu, dinler gibi yapanlar
oldu, dinlemeyenler oldu. Sonra onlar da konuşmaya başladı. O da bazen dinledi,
bazen dinler gibi yaptı, bazen dinlemedi. Söz uçar yazı kalır. Haydi herkes
yoluna! Sonra herkes yoluna gitti.
Boş durmak yaraşmaz işi olana. Boş
durmak sakıncalıdır işte olana. Kağıt döngüsü kaldığı yerden devam etti. Kağıt,
asla bitmezdi. Kağıttan kaplanlar gibi, değil mi, monşer? Aynen öyle azizim. Çok daha ötesi… Kağıttan bir dünya
kurdular, ceplerine kadar dijital ekran giren insanlar.
İşteyken zaman çabuk geçsin isterdi.
Koştururdu bazen, bir yere
varmaksızın. Koştururdu da anlamazdı zaman çabuk mu geçiyor, yoksa yavaş mı?
Koştururdu, adı sanı koşucu olmamasına karşın. Bir sıfat taşırdı ve o sıfat ne
kadar da ağırdı. İş tanımının ve kapsamının dışında iş yüklerdi omzuna. Aynı
statüdeki çalışanlardan daha fazla yük… Eşitsizliği ve adaletsizliği tanıdığı
gün, şansı ve avantajı başkalarının kucağına bıraktığını anlamıştı.
O yükler hep de aynı günlerde
yığılırdı üzerine. Bu yüzden o günleri kasıla kasıla beklerdi çaresiz.
Afrika’daki ilkel kabileler gelirdi aklına. Kabilelerin yaptıkları ayinler…
İlkel diye hor görülen bu kabilelerden ne farkı vardı tam da çağdaş dünyanın merkezlerindeki
bazı sistematik işlerin. Tabular bazılarının özgürlüğüne tabut hazırlar. Siz o
gözle göremezsiniz bunu. Bil(e)mezsiniz. Şansınız ve avantajınız tam da budur zaten.
İşteyken zaman geçer giderdi
nihayet. Zamanın dolduğunu salık veren sesli işaret geldiğinde çıkar giderdi.
Kimseye görünmeden çıkmak konusunda uzmanlaşmıştı. Klasik gün sonu laflarından
ve kalıplaşmış iş bitimi temennilerinden kaçar giderdi. Uçar gibi giderdi. Uç… Monşer, bugün kimse dudağındaki uçuğu fark
etmedi. Şanslı değilim, dersin. Bak, bugün şanslısın. Evet, bugün öyle,
sanırım.
Yemeğini hep aynı yerlerde yemek
istemediği için iş çıkışı epey dolaşması gerekirdi bazen. Bir yere ayağının
alışıp da birilerinin onunla ticari samimiyete girişmelerini sevmezdi. Sorular,
sorular, sorular… İşiyle ilgili gereksiz övgüler… Mengeneye kıstırılmış gibi
sıkılırdı. Zar zor konuşur, zoraki yanıtlar verir, başkası konuşuyormuş
zanneder, kendi konuşmasına yabancılaşırdı. O onaylama laflarının nasıl
olup da ağzından çıktığına şaşar kalır; yalnız kaldığında kızar bozarırdı. Gittiği
bir dükkana ancak birkaç hafta sonra tekrar uğrardı, insanlar yüzünü
ezberlemesinler diye. Yalnızca yemek yediği yerler için geçerli değildi bu
uygulama. Her girmek zorunda kaldığı dükkan için geçerliydi. Zaten alışverişten de nefret ederdi.
Daha önce girmediği bir lokantaya
girdi. “Buyursun abimiz!” Ben tek çocuğum; ağabeyim, ablam, kardeşim yok.
Düşünüyorum da… E, kimse yok! Ne zamandır? Niçin? En baştan beri mi yok? Önceden
vardılar da sonradan mı kayboldular? Niye
onlar kaybolsun? Kaybolan sensindir belki de... Ben mi? “Sıcak çorbam var
abim!” Sıcak çorbadan sonra sıcak yatağınız da var mı? Yoruldum, sabahın köründen
alacaklıyım, uyuyacağım.
Keşke tüm dükkanlara ve işyerlerine
uyuma odası açma zorunluluğu getirilse. Hani şimdi dünya devi ünlü şirketlerin
lunapark, çocuk bahçesi, üniversite kantini gibi çalışma ortamları var ya!... Kapitalya!... Evet! Bizde de uyuma
odaları olsa keşke… Oh, uyku bastırınca gidip biraz kestirsek… Bal gibi bir
şekerleme yapsak… “Şeker gibi taze fasulyem var abim, ister misin?” Sen bana önce
şundan, sonra biraz şundan, biraz da bundan ver. “Hepsini bir mi göndereyim
masaya?” Hepsi bir sonuçta! Midemizi doldursun, gurultu sussun yeter. “Salata
gönderin abimizin masasına.” Salata… Gönder tabii. Tam bana göre. Salata…
İçinde her şeyden biraz var; ama hiçbir şeyin tamamı yok. Aynen sizin gibi, monşer. Evet, öyle.
Bir yazınızda, parçalı kişilik örüntünüzü
anlatmak için de "salata kişilik" demiştiniz. Evet, biliyorum. Salata işte…
Olsa da olur, olmasa da… Bu da size çok
uydu, monşer.
Lokantadaki herkes paspal
giyimliydi. Yorgunluk akan gözlerini masaya dikmiş, kaşık sallıyorlardı
tabaklara. Takım elbiseyle oturan kendisi ise lokantanın şeref konuğu gibi
duruyordu. Lokantacı, sonradan gelen müşterilere de aynı sevecen ve sarıp
sarmalayıcı ses tonuyla hitap ediyordu. Takım elbise giyen
herkesin yüksek düzeyde saygı ve güveni hak ettiğine dair o batıl inancın
etkisiyle öyle önemseyici tavırlar takındığını sanmıştı lokantacının. Demek ki
adamın her zamanki hali bu. Ama takım elbisenin illüzyonuna kanmaya aday çok kişi var, değil mi, monşer? Evet,
öyle, azizim. Bizzat yaşadığımız şeyler bunlar. Bu kumaş parçaları bazen
anahtar gibidir; farklı kumaşlarla açamadığın kapıları açıverir.
Yemeğini yedi, masadan kalkıp kasaya
gitti, yemeğin parasını ödedi. Lokantacı, “Yine bekleriz sayın abim.” dedi.
Bakarız, beni tekrar anımsamayacağınıza inandığım bir periyot geçsin, uğrarım
yine.
Lokantadan çıktı, elini ceketinin iç
cebine attı. Sigarayı bıraktığını unutmuştu. Böyle bir şey nasıl unutulur?
Sigarayı bıraktığı halde sanki hâlâ içiyormuşçasına ceketine dalıveren eli...
Ellerin bir hafızası mı vardı? Düşünüp tasarlayıp da
elini ceketine atmamıştı ki. Gitarla ilgilendiği zamanlar mesela, sol elinin
parmakları hangi tellerin üzerinde duracağını nasıl biliyordu? Oradan diğer
perdelere hızla ve hatasızca nasıl geçiyordu? Majör ve minör notaları nasıl
duraksamaksızın takip edebiliyordu? Düşünerek yapsa bu kadar hızlı ve hatasız
olmazdı ki bu. Bir keresinde tellere diğer elinin parmaklarıyla basmayı
denemişti, becerememişti. Gitarı eline yeni almış biri gibi deneyimsiz kalmıştı
o an. Diğer parmaklar sanki öğrenmişti nereye ve nasıl basılacağını. Sanki
ondan habersiz, kendilerince yapıyorlardı işlerini. Anlaşılması güç bir konu. Şöyle demli birer çay ve karşılıklı
tüttürülecek sigaralar eşliğinde tartışabiliriz bu konuyu, monşer. Çaya
evet, sigaraya hayır. Bırakması iki yıl sürdü. Başlaması iki dakika… Hayır, azizim, ısrar etme, inat etme, içmeyeceğim.
Neden içmediğimi, içemeyeceğimi sen pekala iyi biliyorsun.
Güneş epey alçalmıştı gökyüzünde.
Akşam oluyor, hava serinliyordu. Eve dönme vakti gelmiş geçiyordu. Metroya
yöneldi. Cadde işten yeni çıkan insanların koşuşturmasıyla doluydu. Koşturarak
geldikleri yerlerden koşturarak kaçan insanlar…
Metroya indi. Tren dört dakika sonra
geldi. Oturacak yer yoktu. Kapıya yakın bir yerde ayakta durdu. Oturanların
birçoğu başlarını cep telefonlarına eğmişti. Saygı ve kabul ifade eden bir baş
eğiş… Kaderine razı olmuş gibi bir baş
eğiş… Belki de öyle... Parmakları parlak ekran ışıklarının aydınlattığı
sahnede dans ediyordu bir ileri bir geri. Kulaklarında kulaklık… Kimseyi
görmüyor, işitmiyorlardı. Parmakları tek hayat belirtisi gösteren organlarıydı.
Parmakları acaba öğrenmişler miydi bu hareketleri? Hafızaları var mıydı?
Kendiliğinden mi aşağı-yukarı, sağa-sola hareket ediyordu ekran üzerinde? Kendi başlarına mı
iş görüyorlardı?
Anons onu yorgun düşüncelerinden
çekti aldı. Robotsu bir kadın sesi ineceği durağa geldiğini haber veriyordu. Kapı
açıldı. Trenden indi. Yürüyen merdivenlere yöneldi. Yarın sabah erkenden yine
buradan geçecekti. Ters yöne. Daha kaç gün? Kaç ay, kaç yıl? Ne için, kim
için? Bitmeyecek işler için, herkes için.
Metrodan çıktı. Güneş yeni batmıştı.
Gökyüzünün bir kısmı koyu kızıla, bir kısmı koyu maviye boyanmıştı. Yürüyordu. Birileri
güle eğlene bir yerlere gidiyordu. Yarın sabah erken kalmayacaklar sanırım.
Yoksa insan bu kadar neşeli olamaz.
Caddeden sokağa döndü. Yürüdü,
yürüdü, yürüdü. Oturduğu apartman görünmüştü. Tam ailecek yemek yenilen saatte
eve dönmüştü. Genelde de bu saatlerde dönmüş olurdu. Şu an birçok kapının
ardında hep birlikte akşam yemeği yeniyordu. Böylece kimseyle karşılamadan evine
girebilecekti.
Asansörü tercih etti.
Ağır çalışan asansör ona çok zaman kaybettiriyordu. Bu yüzden genelde
merdivenleri tercih ediyordu. Ama o an canı basamak çıkmak istemedi. Nasıl olsa
herkes yemekteydi. Üstelik asansörün göstergesinde “0” yazıyordu.
Asansöre bindi. Otomatik iç kapı
ağır ağır kapandı. Ne yavaş şey! Sanki içine insan alıp da taşımanın keyfine varıyordu. İkinci kat düğmesine bastı. Asansör sanki biraz
düşünmüşçesine bekledi. Sonra ağır ağır yukarı çıktı. İkinci katta durdu.
Otomatik iç kapı yavaş yavaş açıldı. Merasimdeyiz sanki. Her şey törensel bir
ağırlıkla ilerliyor. Sabır sınavı yapılsaydı iyi bir puan alırdı kuşkusuz.
Canlı cansız ne çok şeye sabır gösteriyordu.
Oturduğu dairenin kapısına yöneldi. Kapının
önünde durdu. Cebinde bir şey şakırdadı. Elini cebinden çıkardı. Anahtar.
Parlaklığı yer yer dökülmüş bir anahtar. Döküntü parlaklığı kapıdaki deliğe
itti. İki kere çevirdi. Kapı açıldı. “Hoş geldin.” diyen karanlığa adım attı.
Kapıyı kapatıp iki kere kilitledi.
Burnuna evin kendine özgü kokusu hücum etti. Işığı açtı. Hızla yatak odasına gitti. Üzerindeki ağırlıkları çıkardı, astı.
Ev kıyafetlerini giydi. Lavaboya geçti. Sabah lavabonun başında yaptıklarını anımsadı.
Her gün eve dönüp de banyoya geçtiğinde aynı sahneler canlanıyordu gözünde. Sanki
yarım gün değil de birkaç gün önceymiş gibi geliyordu yaşananlar. Başını eğdi,
yüzünü yıkadı. Başını kaldırdı, aynada yansıyan yüzüne öylece baktı bir süreliğine.
Hareketlendi. Elini duvardaki
çıkıntıya attı. Havluyu çıkıntıdan aldı. Yüzünü kuruladı. Aynada uçuğuna baktı.
Düzelme yoktu henüz, aynıydı. Merhem birkaç günde anca iyileştiriyordu.
Salona geçti. Televizyonu açtı,
sedire uzandı. Küçük yastığı başının altına aldı. Kendisine söz verdiği gibi
uyuyacaktı. Her iş dönüşünde aynı şeyi yapıyordu. Uyku üzerine çökene kadar
televizyon izliyor, sonra dalıp bir saat kadar uyuyordu. Sedirde televizyon izlerken uykuya dalmanın tadı bambaşkaydı.
Bir süre sonra ekrandaki görüntüler bulanıklaştı.
Sesler anlamsızlaştı. Pamuk gibi, şeker gibi, pembe pamuk şeker gibi bir uykuya
daldı.
Uyandı. Bir saatten fazla uyumuştu.
Başında hafif bir ağrı vardı. Televizyonun bir parlayıp bir sönen ekranının bir
aydınlatıp bir alacakaranlıklaştırdığı salon bir tiyatro sahnesi gibiydi. Bir
süreliğine televizyona bakmadan öylece, sersem kafayla oturdu. Başı iki elinin
arasında, bedeni öne eğik, ayılmayı bekledi.
Bir süre sonra ayağa kalktı.
Koridora geçti. Biraz yalpaladı, bir iki adımını dengesizce attı. Bu koridorun
da ona garezi mi vardı?
Mutfağa geçti. Acıkmıştı. Evdeki
gıda malzemelerini gözden geçirdi. Hangisiyle nasıl bir karışım yaparsam
yenecek bir şeyler elde ederim, diye düşündü. Eldeki gıda malzemelerinden birtakım
yiyecekler icat etti, hepsini hızlıca yedi. Su ısıttı, iki poşet çayı aynı
bardağa attı. Çayı çok demli içerdi.
Çay bardağını aldı, karıştıra
karıştıra çalışma odasına geçti. Bilgisayarın düğmesine bastı. Bilgisayar açılana kadar
salona gitti, televizyonu kapatıp geri döndü. Bilgisayarın başına oturdu. Her
zaman takıldığı internet sitelerinde dolandı. Bir iki forum sayfasına birkaç yorum yazdı. Sonra “Yazılarım”
klasörüne geçti. Yazmayı seviyordu. Fırsat buldukça bir şeyler çiziktiriyordu.
Çiziktirdiklerini sonradan ele alıyor, genişletip
derinleştiriyor, olgunlaştırıp başlı başına bir yazıya dönüştürüyor, yeniden gözden geçirip üzerinde bazı düzeltmeler yapıyor, hepsi için büyük bir uğraş veriyor, ciddi mesai harcıyordu. Yalnızca yazmayı değil; yazı üzerinde kapsamlı çalışmayı ve düşünmeyi de seviyordu. Kağıt ve kalemden de kopmak istemiyordu. Her zaman çalışma masasının üzerinde duran bir not defteri vardı. Zaman zaman ona da bir şeyler yazıyordu. Yazmak, önemsediği çok az şeyden biriydi.
Bir de okumak… Yatmadan önce yarım
saat de olsa bir şeyler okumaya çalışıyordu. Hafta sonları bu süreyi arttırıyordu.
Okumak ve yazmak onu hayata bağlayan iki temel eylemdi. Bunların dışındaki hemen hemen tüm uğraşlar
ona çok boş geliyordu. Diğer birçok iş için harcanan zaman,
okumaktan ve yazmaktan çalınan zamanlardı onun gözünde.
Bir şeyler yazdı. Bilgisayarı kapadı. Okumakta olduğu
kitabı kitaplıktan aldı. Koltuğuna kuruldu. Kaldığı sayfayı açtı. Her şeyi
unutup okumaya daldı. Dünya durdu, işler bitti. Zaman uçtu gitti.
Başını kaldırdı. Saat gece yarısını
geçiyordu. Sabah erken kalkacaktı. Yatması gerekiyordu. Erken sözcüğü karnına
saplandı ok gibi. Burkuldu saplandığı yerde. Burgu burgu oldu içi. Midesi
bulandı, ağzına ekşimsi bir tat geldi. Kalbinin bir iki ritmi diğerlerine göre daha baskılı attı. Burnu sızladı. Sol gözünün üst kısmından kulak arkasına-saç bitimine
kadar ince bir hat halinde hafif bir ağrı titreşti.
Tüm hafta boyunca her gün sabahlara
kadar oturduğu, gecenin tüm güzelliğini, sessizliğini, ona ait oluşunu soluduğu
günler geldi aklına. Yalnızca hafta sonlarına kalan bir zevk ve keyifti artık
bu. Hafta sonuna da daha çok uzun bir zaman vardı. Çok…
Koltuğundan kalktı. Kitabını
kitaplığa koydu. Odanın ışığını söndürüp koridora geçti. Açık ışık yoktu, her
yer karanlıkta kalmıştı. Elini duvara sürte sürte ilerledi. Karanlıkta kendi
evi yabancı gibiydi. Yatak odasına geçti, elektrik düğmesini bulup açtı.
Soyundu. Sabahleyin yorganın altına tıkıştırdığı buruşmuş pijamasını giydi.
Telefonunun alarmını 06.30’a kurdu. Alarmın kurulu olduğundan emin olmak için
ekrandaki simgenin konumuna bir kez daha baktı. Telefonu komodinin üzerine koydu. Işığı
kapattı. Yatağına girdi. Yorganı üzerine çekti. Akşam eve gelince uyuduğu için
uykusu epey geç geldi. Kafasında darmadağınık görüntüler kopuk cümlelerle birleşiyor,
bu birleşimlerden ucubeler peyda oluyor, yorgun zihnini daha da yoruyordu. Yorgunluk
arsızına dönüşen zihni ayrıntıları seçememeye başladı bir süre sonra. Yatağın sıcacık
yumuşaklığı içinde eriyip gitti. Sevilen birinin şefkatli kollarına
alınırcasına uykuya daldı.
Bu rakamları sen satacaksın. Bir
tanesini bile kaybetmeyeceksin. İş, diyordun. İşte sana iş! Acıkınca
rakamlardan birini yiyebilirsin. Mesela “7” rakamını yiyebilirsin. İşte
sana iş!
Piyangocu amca müdürüm olmuş. Halim
salim bir adama benziyordu. Şimdi esiyor gürlüyor. Yanında takım
elbiseli, kravatlı bir köpek duruyor. İnsan boyunda bir köpek. Ayakta. Piyangocunun sekreteriymiş.
Yarım çerçeve gözlüğünün üstünden beni süzüyor. Bana hiç
güvenmiyor. Sarı bir klasörü göğsünün üstünde sarıp sarmalamış. Put gibi
kıpırdamadan dikiliyor. Ağzını açıyor neden sonra. Altın bir dişi var. Git
haydi, diyor bana. Oyalanma.
Bakınıyorum etrafıma, torbaları
almak için eğiliyorum. Başımı kaldırdığımda piyangocu yok olmuş. Masa başında bir
penguen var. Çölden yeni geldim, bana bir bardak buz getir, diyor. Gidip bir
kavanoz pembe buz getiriyorum. İçeride kimse yok. Odanın bir
duvarı yıkılmış. Oda sokağa açılmış. Kavanozdaki buzları yanmakta olan sobanın içine döküyorum. Torbalar elimde, sokağa çıkıyorum.
Görev başındayım. Dik bir yokuştan salına
salına aşağıya iniyorum. Eski püskü, yıkık dökük evler arasında. Dar mı geniş mi olduğu anlaşılmayan bir sokak. Gündüz mü gece mi belli değil. Geceyle gündüzün çocuğu
bir zaman.
Bir evin taştan basamaklarına bir
kadın oturmuş. Mavi renkte deri bir ceket dikiyormuş. Yüzüme bakıyor.
Elimdekilere bakıyor. Yüzüme bakıyor. Elimdekilere bakıyor. Torbaları ver,
ceketi al, diyor. Görev mörev… Veremem. Ayağa kalkıyor. Elinde kocaman bir örgü
şişi. Altın gibi parlıyor. Üzerime üzerime geliyor. Hınzır hınzır gülüyor.
Korkuyorum. Elimde bunca yükle nasıl kaçarım? Sağıma soluma bakınıyorum.
Sırtında okul çantasıyla bir penguen yanımdan geçip gidiyor. Dikkatim
dağılıyor. Kadından tarafa bakıyorum yeniden. Kadın benim iki katım uzunluğa
erişmiş. Eğiliyor üzerime. Pis pis sırıtmaya devam ediyor. Altından bir diş
ağzında parlıyor. Elindeki şişi havaya kaldırıyor. Ben kendimi darbeye
hazırlamak için büzülüp kasıldığım sırada şiş sağ elimdeki torbaya iniyor. Torba deliniyor,
yırtılıyor. Dönüyor, öbür elimdeki torbayı deliyor, yırtıyor. Dehşet!
Torbadan dökülen rakamlar yokuş
aşağı yuvarlanıyor. Telaş, korku, panik… Yüreğim ağrıyor. Soluğum soğuğa
kesiyor. Ne yaparım şimdi? Köpek beni ısıracak. Rakamların peşi sıra yokuş aşağı koşuyorum. Gürültüyü
duyup evlerinden dışarı çıkan insanlar sokağa saçılan rakamları yağmalıyor. Herkes
rakamları kapışıyor. Durun, yapmayın, diye bağırmak istiyorum. Sesim
çıkmıyor. İnildiyorum. Birkaç kişiye yumruk tekme atıyorum. Belimde cop varmış.
Çıkarıp savuruyorum. Darbe vurduğum insanlar parçalanıp çoğalıyor. Ben vurdukça
sayıları artıyor. Öfkeden çıldırmak üzereyim. Birisi düdük öttürüyor.
Bekçiymiş. Herkes dağılıp ortadan kayboluyor. Bekçi geliyor. Elindeki düdüğü
bana veriyor. Kendi işini kendin hallet artık, diyor. Düdük elimde salyangoza
dönüşüyor. Kanatlanıp uçuyor.
Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yapacağını bilmiyor. Yere bakıyor. Sadece dört
tane rakam kalmış: Bir tane “6” ,
bir tane “3” ,
iki tane de “0” .
Rakamları yerden alıyor. Başını kaldırıyor. Depo gibi bir yerdeymiş. Önünde geniş bir
masa varmış. Elindeki rakamları masaya koyuyor. Sürekli yerlerini değiştiriyor. Gizemi
çözmeye çalışıyor.
3-0-6-0
6-0-3-0
3-0-0-6
6-0-0-3
0-6-3-0
06.30
Cep telefonunun alarmı çalıyor. Bas üstüne! Saat değil ki bu! Olsun, sen bas! At elini üstüne, parmakların
tuşlardan birine rastgele dokunur, alarm durur. Bas! Nerede?
Yatakta yüzükoyun yatıyor. Sağ eli
yastığın altında. Karanlıkta telefonu bulmaya çalışan sol eli komodinin
üzerinde kararsızca dolanıyor. Arıyor. Bulamıyor. Arıyor. Telefon,
bulmasına yardımcı olmak için ses düzeyini daha da arttırıyor.
Yüzü yastıktan ayrılmak istemiyor.
Sonunda telefonu buluyor. Başını yastıktan kaldırmaya çalışıyor, olmuyor.
Yüzünü zar zor telefondan yana döndürüyor. Ekranın parlak mavi ışığı, kısılmış
gözkapaklarının arasından incecik boşluklar bulup içeri sızıyor. Işık,
gözkapaklarının alt ve üst kısmına ellerini geçiriyor, açıyor, açıyor. Gözleri
acıya acıya açılıyor. Ekranda sarı bir çan sağa sola sağa sola sağa sola sağa
sola titreşip duruyor. Bir tuşa dokunuyor. Melodik böğürtü susuyor. Telefon
yazılı olarak soruyor: “Alarmı beş dakika sonraya erteleyeyim mi?”
Öylece bakıyor. Ne yapmak istediğini
bilmeksizin, bir şey yapması gerektiğini bilmeksizin bakıyor. Donmuş gibi.
Katılaşmış gibi. Varlığına dair bir farkındalıktan yoksun, bakıyor.
Birden gözlerinde bir şişmek
çakıyor. O ana kadar sakin olan zihninde birden bire sert titreşimler oluşuyor. Kim olduğu, nerede olduğu, her gün neler yaptığı ile ilgili tüm bilgiler
müthiş bir hızla beynine yükleniyor. Yığınla veri depolanıyor. Beyninin acıdığını hissediyor. Telefon
sorusunu yineliyor: “Alarmı beş dakika sonraya erteleyeyim mi?”
Hayır!
– Bir kabus mu tüm bu olanlar?
– Kabus olsaydı biterdi.
Hayır!
Parmağını telefonun üst kısmına doğru
sürüklüyor. Üstteki düğmeyi buluyor. Düğmeye basıyor. Telefonun ekranı dehşete
kapılmışçasına kararıyor. Telefon ölüm sessizliğine bürünüyor.
Telefonu komodinin üstüne çarpıyor. Arka kapak açılıyor. Telefon, arka kapak ve
batarya ayrı ayrı yerlere fırlıyor. Karanlık odanın görünmeyen köşelerine doğru kaybolup gidiyor.
Yorganı üstüne çekiyor.
Yorganın uç kısmı, dudaklarına sıcacık bir öpücük konduruyor.
Yatağın derinliklerine çekiliyor bedeni.
Yeryüzündeki en huzurlu mekana tatlı tatlı gömülüyor. Kuş gibi hafifliyor. Her
bir hücresi uykuyla dolmaya başlıyor. Yeni doğmuş bir bebek gibi şimdi. Gözleri
kapanırken gülümsüyor. İlk kez. Bir sabah vaktinde. Gülümsüyor. Bebekler gibi.
Uykuya dalıyor.
Uyuyor.
Uyuy...
Uyu…
U…
...