24 Kasım 2013

KABUS


  Bir kabus mu tüm bu olanlar?
  Kabus olsaydı biterdi.



06.30
Cep telefonunun alarmı çalıyor. Bas üstüne! Saat değil ki bu! Olsun, sen bas! At elini üstüne, parmakların tuşlardan birine rastgele dokunur, alarm durur. Bas! Nerede?
Alarm çalıyor. Alarmın melodisinden nefret ediyor. Başka bir zaman-yer-koşulda duymuş olsaydı belki de çok sevecekti. Sabahın köründe duyduğu için nefret ediyor şimdi. Huzurlu bilinçsizlik hali olan uykudan, huzursuz bilinçlilik hali olan uyanıklığa geçirdiği için. Sabahlardan nefret ettiği için. Sabahlardan sonra gelen öğlenlerden nefret ettiği için. Geceler? Hayır, geceler güzel. Çünkü uykuya açılıyor gecenin kapısı. Karanlık, huzur verici. Huzurlu karanlık… Karanlık huzur… Gece, çok güzel. Oysa şimdi, sabah.
Her şeyin anlamı "zaman-yer-koşul" üçgeninde belirleniyor. Sevdiğiniz ya da nefret ettiğiniz, özlediğiniz ya da tiksindiğiniz, uğruna ölebileceğiniz ya da köşe bucak kaçacağınız ne varsa hepsini bu üçgen belirliyor. Bir "zaman-yer-koşul"da ömrünüzü tüketecek olan şey, başka bir "zaman-yer-koşul"da hayatınızın anlamı olabilir.
Alarm çalıyor. Telefon görevine sadık. Telefon çok gururlu. İnsanoğlu tarafından çok sevildiğini, bu yüzden herkesten ve her şeyden daha çok kendisine dokunulduğunu biliyor. Tüm parmakların ona âşık olduğunu biliyor. Meraklı gözlerin her gün saatlerce kendisine baktığını görüyor. Bu yüzden de insanoğluna çok sadık. Görevini aksatmıyor. Tüm "zaman-yer-koşul"larda en sevilen olmak istiyor.
Alarm… Çalıyor…
Yatakta yüzükoyun yatıyor. Sağ eli yastığın altında. Karanlıkta telefonu bulmaya çalışan sol eli komodinin üzerinde kararsızca dolanıyor. Arıyor. Bulamıyor. Arıyor. Telefon, bulmasına yardımcı olmak için ses düzeyini daha da arttırıyor. Günün çiğlik vaktinde çığlık gibi yükseliyor alarmın sesi. Yastığın altındaki sağ elinde bir tabanca olsaydı keşke. Çekip vursaydı sabah sabah melodik melodik böğüren canavarı. Dan dan dan!
Alarm… Çalıyor…
Yüzü yastıktan ayrılmak istemiyor. Sol eli hâlâ karanlıkta dolanıyor. Sonunda telefonu buluyor. Başını yastıktan kaldırmaya çalışıyor, olmuyor. Yüzünü zar zor telefondan yana döndürüyor. Ekranın parlak mavi ışığı, kısılmış gözkapaklarının arasından incecik boşluklar bulup içeri sızıyor. Karanlığın huzurlu ve uykulu yoğunluğuna su karıştıran parlak ekran ışığı... Parlak ışıktan nefret ediyor. Parlak olan her şeyden nefret ediyor. Işık, gözkapaklarının alt ve üst kısmına ellerini geçiriyor, var gücüyle asılıyor, açıyor, açıyor. Acıyor, acıyor gözleri. Gözkapakları ağır ağır açılan dükkan kepenkleri gibi açılıyor. Alarm çalıyor. Dükkana hırsız mı girdi? Ekranda sarı bir çan, sağa sola sağa sola sağa sola sağa sola titreşip duruyor. Çıldırmış… Sabah sabah nereden bulmuş bu enerjiyi? Çan, öyle bir neşeyle ve istekle sallanıyor ki sağından solundan parantezler saçıyor.
Bir tuşa dokunuyor. Melodik böğürtü susuyor. Telefon yazılı olarak soruyor: “Alarmı beş dakika sonraya erteleyeyim mi?” Ertele! Ertelemeyi seviyor. Beş dakikalığına değil de sanki yüzlerce yıl sürecek tatlı mı tatlı bir uykuya dalacakmış gibi keyifle yüzünü yastığa gömüyor. Karanlığı bahşediyor kendisine. Yastığın sıcacık yumuşaklığı / yumuşacık sıcaklığı sanki bir sevgilinin şefkatli elleriymişçesine dokunuyor yüzüne. Hayatın anlamı bu… Uyu…

Yürüyor. Eski ve yüksekçe yapıların bulunduğu genişçe bir sokakta yaylana yaylana yürüyor. Gökyüzü kopkoyu bir mavilikte. Sağ yanağına dokunan sıcak bir yumuşaklık var. Ne bu? Başını o yana çevirip bakıyor. Bir kedi… Sarı-kahverengi-beyaz bir kedi... Patisiyle yanağına dokunuyor. Ağzı pembeye boyanmış. Pembe pembe sırıtıyor. Kedi büyümeye başlıyor ansızın, davul gibi şişiyor. Havalanıyor. Bir çocuk, şişip yükselmekte olan kediyi kuyruğundan yakalıyor. Balonmuşçasına çekiştirip koşar adım uzaklaşıyor.
Çocuğun ardından koşması gerekiyormuş. Koşuyor. Yüksek yapıların camları zangırdıyor. Kırıldı kırılacak. Çocuk köşeyi dönüp gözden kayboluyor. Birkaç adım sonra o da köşeyi dönüyor. Çocuk ve balon-kedi ortalıkta yok. Alabildiğine genişlik… Bastığı zemin kumlaşıyor, siyah bir kumsala dönüşüyor. İnsanlar kumsalda çıldırmışçasına eğleniyor. Bembeyaz bir deniz var, süt gibi. Kimileri denizde yüzüyor kıyafetleriyle. Kimileri insan kafası büyüklüğündeki dondurmalardan yiyor. Birisi, “Ben kumu derin kazdım, öbür kıtalara yol açtım.” diyor. Çukurdan yengeç kafalı adamlar çıkıyor. Kıskaçlarında oltalar var, oltaların ucunda çikolatalı gofretler… Yemmiş.
Deniz ne zamandan beri beyaz? Denizi ne zamandan beri mavi sanıyor? Üzerindeki kıyafetler ansızın buharlaşıp yok oluyor. Çırılçıplak kalıyor. Utanıyor ama her şey normalmiş gibi geliyor. Kıyafetsizliğin de normal kabul edildiğine dair bir bilgi konmuş kafasına.
Beyaz denizin açıklarında dev bir mavi balina ansızın başını sudan çıkarıyor. Ne büyük ama! Upuzun ve pembe dişleri var. Pişkin pişkin sırıtıyor. Şişkin şişkin kasılıyor. Sonra, dipsiz bir kuyuya benzeyen ağzını açıyor. Beyaz deniz girdap olup balinanın ağzına dolmaya başlıyor. Her şey ve herkes kahkahalar atarak balinaya yutuluyor.
Çıplaklığını yeniden fark ediyor. Balinanın ağzı büyük bir gürültüyle kapanıyor. Balina yine dişlek dişlek sırıtıyor. Bir zil çalıyor. Dev ağız tekrar açılıyor. Balina yüzlerce kıyafet kusuyor. Kumsala saçılan kıyafetlerden birini eğilip alıyor. Bir gece bekçisi üniforması… Giyiyor. Elinde büyükçe bir deniz kabuğu var. Kıvrım kıvrım. Pembeli-sarılı-grili-beyazlı. Düdükmüş. Öttürüyor. Koyu mavi gökyüzünde, pembe pamuk helvadan bulutların orta yerinde kocaman bir boşluk açılıyor. Dev gedikten upuzun bir tren çıkıp aşağıya çivileme dalıyor. Balinayı vagonlarından birinin içine tıkıp geldiği gibi gökteki gediğe dönüyor. Gedik kapanıyor.
Yürüyor. Yüksekçe yapıların olduğu sokakta yürüyor. İnsanlar gelip geçiyor sağından solundan. Bir kadın yolunu kesiyor. Kırmızı mürekkepli dolmakalem istiyor. Bekle, diyor; bakayım. Ceplerini karıştırıyor. Bir dolmakalem bulup sivri ucunu sol koluna batırıyor. Başparmağıyla plastik pompaya bastırıyor. Tüpe köpük köpük kan doluyor. Kalemi kolundan çıkarıyor, kadına veriyor. Kadın ise kalem karşılığında ona pembe bir ruj veriyor. Alıyor, rujdan bir parça ısırıp çiğniyor. Kalan ruju cebine atıyor, yürümeye devam ediyor.
İleride bir metro girişi varmış. Oraya gitmesi gerekiyormuş. Bir yere yetişecekmiş. Acele etse iyiymiş. İyi! Adımlarını hızlandırıyor. Sağ tarafta mor ceketli biri... Adamın boynunda sarı bir yılan var, kravat olarak sallanıyor. Yılan sakız çiğniyor. Pembe balon yapıp patlatıyor. Dişleri yokken nasıl?... Hayır, dişleri var, sıra sıra, sarı sarı. Yeni taktırmış. Mor ceketli adamın yüzü de mormuş. Yoldan gelen geçenlere el küreğiyle bir şeyler dağıtıyormuş. Rakam… Rakamlar… Kürek kürek rakamla dolduruyor ona uzatılan poşetleri. Adamın hemen sağında duran siyah-beyaz-gri bir sokak köpeği sakal tıraşı oluyor. Boynunda kravat var, tasma niyetine takılmış. Sol tarafta bir keçi var, sakalını sıvazlıyor, yan bakışlarla köpeği süzüyor, köpeğin haline kıs kıs gülüyor.
Geçip gidiyor. Metroya çok az kaldı. İşte, ulaştı sayılır. Metroya inen merdivenlerin yanında yüksekçe bir reklam panosu… Panoda, sadece boyun ve baş kısmı görünen yeşil bir ejderha, muzipçe bir sırıtışla ona bakıyor. Gözleri afacan çocuklarınki gibi fıldır fıldır. Seni gidi hınzır! Dişleri birbirine kenetli. Sinir bozucu bir sırıtış. Hem samimi hem tehditkâr. Birden bire panoda çubuklu bir dondurma beliriyor. Ejderhanın ağzının önüne konduruluyor. Ejderhanın hınzırca sırıtışı keskinleşiyor. Kocaman ağzını açıyor, ağzından sarı-turuncu-kızıl bir alev çıkıyor. Dondurma anında buharlaşıp yok oluyor. Ejderha ağzını kapatıyor, alev sönüyor. Ağzının sol tarafından dışarı çıkan kocaman dili, ağzın dış kısmında gezinip tekrar içeri giriyor. Hımm, leziz! Ejderha yine dişlek dişlek sırıtıyor. Sonra bir dondurma daha…
Metroya inen merdivene biniyor. Yürüyen merdivenin basamakları çimle kaplı toprak parçalarından oluşmuş. Oturma yerleri de varmış merdivende, oturuyor. Önde oturan mavi saçlı kadın, başını geriye çevirip tanıyormuşçasına ona bakıyor. Dişlerinin arasında bir kalem tutuyor. Kendisinden kırmızı dolmakalem isteyen kadınmış. Gözbebekleri altın sarısı. Gözkapakları çan şeklinde. Dişleriyle kalemi sıkarak bir melodi mırıldanıyor. Zorunlu bir sırıtışla mırın mırın ötüyor. Ne dediği anlaşılmıyor. Melodik sesler çıkarıyor. Mırıl mırın tırın tırnırın mırıl dırın tırın dırdırın tırı mırı dırıl…

06.35
Cep telefonunun alarmı çalıyor. Bas üstüne! Saat değil ki bu! Olsun, sen bas! At elini üstüne, parmakların tuşlardan birine rastgele dokunur, alarm durur. Bas! Nerede? İşte, az önce bıraktığın yerde! Az önce?... Beş dakika önce! Beş dakika?...
Elini sesin geldiği yöne atıyor. Parmakları bir tuşa dokunuyor rastgele. Melodik böğürtü susuyor. Telefonu eline alıyor. Parlayan ekrana bakıyor. Telefon yazılı olarak soruyor: “Alarmı beş dakika sonraya erteleyeyim mi?” Ertele! Ertelemeyi seviyor. Uyu…yor…rrr…

06.40
Mırıl mırın tırın tırnırın mırıl dırın tırın dırdırın tırı mırı dırıl…
Sanki kendi iradesi varmışçasına havalanan eli, avına yüksekten dikey iniş yapan bir doğan gibi hızla alçalıp telefonun üzerinde patlıyor. Pat! Yakaladım! Sus! "Erteleyeyim mi?" Evet!

06.45
Mırıl mırın tırın tırnırın mırıl dırın tırın… Pat pat! "Ertele…" Evet evet!

06.50
Mırıl mırın tırın tırnırın mır… Pat pat pat! "Ertele…" Hayır!
Yüzünü yastıktan ayıramıyor. Yüzü yastığa zamklanmış gibi. Ayırmaya çalıştıkça derisi yastığa yapışıp uzuyor sanki. Çek be çek! Çek! Of, olmuyor! Uyanmaya çalışıp yataktan kalkmayı denemek ile her şeyi boş verip telefonu duvara çalıp da paramparçalayıp uykunun yumuşacık kollarına atlamak arasında kalmak… İkilem. İkircik. İki… İki dakika daha uyusam.
Uyanıp kalkması gerektiğini vırvırvırlayan iç sesi… Kalk hadi! Az daha uyusam. Kalkmalısın, giyinmelisin, işe gitmelisin, zorunlusun, sorumlusun. Zobubuyum, sobubuyum… Haydi ama artık! Cık! Biraz daha uyusam. Yoksa metroda mı kestirsem? Eve dönünce hemen yatıp uyusam. Tamam, eve gelince hemen yatıp uyursun. İki dakikacık daha uyusam. Bir dalıyorum, bir çıkıyorum, hoooop, dalıyorum, çıkıyorum, hoooop…  Hı!

06.52
Uyku ile uyanıklık arası bir dilim beyaz peynirim. Hammm yapsın beni yatağım. Dünyanın en ağır metalidir bedenim; yatağım ise en güçlü mıknatısı. Çekiyor, bırakmıyor. Kurtaramıyorum kendimi yatak-yastık-yorgandan. Dan dan dan! Kim o? Kim uyandı sabahın bu vaktinde? Başkaları da mı var benim gibi uyanmaya mahkum? Suçum neydi? Kime ne kötülüğüm dokundu ki? Niye bana bu ceza? Bana niye bu eza? Kimseye kötülük etmedim ben. Karşılığı bu muydu? Bu mu bana reva? Haksızlık! Ik! Ih! Kollarım yetmiyor bedenimi yukarı itmeye. Yatak-yastık-yorgan. Hepsi de y harfiyle başlıyor. Y, ya, ye, yı… Ya, aya, ayak. Ayaklarım üşümüş. Dizlerimi çekiyorum, cenin pozisyonundayım, uyuyorum, ben hep böyle uyurum. Y, yi, iyi. Hayır, değil! Uyumamalıyım. Kalkmalıyım. Görev mörev, para mara, masa maşa… Maşa değil, maaş. Sen bir maşasın! Hayır, masayım. Kendi üzerime uzanıp da biraz daha uyumalıyım. Haydi, kalk, uyan! İş güç falan filan… Çok güç, kalkamıyorum. Geçim meçim… Ben geçip gideyim, bir yerlerde kıvrılıp uyuyayım. Söz bak, kimseyi rahatsız etmem. Zorunluluk morunluluk… Zor, çok zor, kalkamıyorum. Y, yu, uy, uyu, uyku. Uyuyorum. Hah daldım, ıh, bir şey dürttü, uyandım. Şartlanma… Şart mı kalmak? Şartlandırıldım. Dırıl dırıl dım! Telefon mu melodikleniyor yine? Sanıyorum. Sanrılıyorum. Alarmı kapattım. Bu kez de uyanmaya şartlandırıldım. Şart… Şalter… Alarmı kapattım. Ya beynimdeki şalteri nasıl kapatacağım? Uyuyorum, hooop, uyanıyorum. Dalıyorum, hooop, çıkıyorum. Beynimi ele geçirdiler, şartşurtkartkurtlandırdılar. Kaçamıyorum. Gözüm açıldı yine. Oh, saat 06.54’müş! Bir dakikacık daha… Zzzzzzzzzzzzzzz…

06.55
Zzzzzzzzzzzzz…
Zınk!
Gözkapaklarını sertçe açtı. Uyunacak bir dakika bile kalmamıştı. Tüm stokunu tüketmişti. Uyanmak ve yataktan ayrılmak dünyanın en zor işiydi. Dünyanın uyanması sanki onun yataktan kalkmasına bağlıydı. O uyanmasa sanki herkes ve her şey uyuyakalacaktı. Dünyanın en zor görevi ona verilmişti. Uyanmazsa dünya duracaktı. Duramazdı.
Gücünü topladı ve kendisini itti yataktan yukarı. Belden aşağısı yatağa yapışık kaldı. Dizlerini çekti, belden aşağısı kurtuldu gibi. Yatağın çekim gücüne karşı koymak çok zordu. Yorgan, sırtında sıcacık ağırlaşıyordu: “Haydi, bırak kendini! Bırak ve gerisini düşünme, korkma. Ben hep arkandayım.” Yastık, gözlerinin içine şehvetle bakıp onu kandırmaya çalışıyordu: “Göm yorgun, yılgın, yalnız yüzünü bana. Bırak kucağıma. Yorgunsun, yılgınsın, yalnızsın. Hepsi de y harfiyle başlıyor bak. Bırak!”
Dirseklerinin bükülmemesi için kolunu iyice kastı, avuç içleri yatağa gömüldü, bükülen parmakları çarşafı buruşturdu. Yatak-yorgan-yastığın yumuşacık, sıcacık, huzurcuk dolu, uyku kokulu çağrısına iki eli ve iki diziyle karşı koyuyordu. Sanki iki dünya çarpışıp yok olacaktı da arada tampon kurma görevi ona verilmişti. Emekleme pozisyonunda, başı aşağıya sarkık, öylece duruyordu. Direniyordu. Ya son bir kez gücünü verip kendisini yataktan dışarıya atacaktı ya da kollarını ve bacaklarını kasmayı bırakıp pes edecekti. Beyninin şartlandırılan tarafı ağır bastı ve kendisini yataktan dışarı attı.
Ev hâlâ karanlık. Bu karanlıkta nasıl kalkılır, niye kalkılır? Kendin için mi? Hayır, başkaları için! Başkaları da kim? Onlar da senin için kalktı. Kimse benim için kalkmasın, ben de kimse için kalkmayayım! Herkes uyusun. Uyuyalım. 
Gün doğmuş muydu, doğacak mıydı? Doğdu doğacak mıydı?
Gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi bir süre, odanın ortasında, omuzları çökkün, bilinci göçkün, öylece ayakta. Yataktan kalkınca ışığı hemen açmıyordu. Yumuşacık karanlığı bir anda keskin bir hançerle yaran aydınlık, gözlerini çok acıtıyordu. Bu yüzden birkaç dakika öylece bekliyordu. Dakikalar sayılıydı oysa. Kronometreler çoktan çalıştırılmıştı.
Yatak odasının ışığını açmadı bu kez. Karanlığı biraz daha solumak istiyordu. Odadan koridora çıktı, hemen yandaki banyonun önünde durdu. Karanlığı kokladı. Saat geçiyor. Geç kalıyorsun. Tamam!
Banyonun ışığını yaktı, içeriye hemen dalmadı. Başını elektrik prizinin bulunduğu duvara yaklaştırdı. Işığın ele geçiremediği bu karanlıksı yerde bir süre öylece durdu. Duvar dibindeki hafif ışığa gözlerinin alışmasını bekledi. Gözleri alıştırma yapıyordu. Alıştığını hissettiğinde de banyoya adım attı. Gözleri yine çok acıdı.
Çeşmeyi açtı, eğilip yüzünü yıkadı. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yorgun yüzünde yol yol akan su damlalarını izledi ölgün bakışlarla. Çeşmenin başını çevirdi ağır ağır, suyun akışı kesildi. Sol eli lavabonun kenarını, diğeri çeşme başını tutarken bedeninin belden yukarısı hafifçe öne eğildi. Solgun yüzünde yol bulup akan su damlaları çenesinden lavaboya atlıyordu.
Dikkatlice bakınca dudağının sağ ucunda hafif bir kızarıklık olduğunu fark etti. Aynaya iyice yaklaşıp kızarıklığı inceledi. Bu, bir uçuktu. Başlangıç evresinde bir uçuk. Dudakları zaman zaman uçuklardı ve o, bunu her seferinde sorun ederdi. Birilerinin, “Ne o, korkunç bir rüya mı gördün?” diye sormalarından nefret ederdi. “Benim rüyalarım, sizinkiler gibi gündüz yarım kalan işlerinizin uykuda tamamlanmasından ibaret değil.” demek isterdi de demez, susardı.
Korkunç rüya görmenin uçuk ile bağdaştırılması ne garipti. “Sıkıntıdan, stresten ya da vücut direncinin düşmesinden olur.” demişti doktor. Kim sıkıntılı, stresli değildi ki? Bir merhem vermişti. Bir ay önceydi. Ecza dolabındadır, alıp da süreyim. Hah, işte burada!
Birden bire çok eski bir anı çaktı zihninde. Çocukken dudağının uçukladığı bir gün, aile büyüklerinden birisi ona, “Ruj sür, iyi gelir.” demişti. Çocuk aklıyla bu sözün komikliğine mi gülsün, acayipliğine mi şaşırsın? Kendisiyle alay edilip edilmediğinin kuşkusunu mu didiklesin? Her sorgulama anında olduğu gibi gözleri kısılmıştı. İddiayı ortaya atan kişi, iddianın doğru olduğunu vurgulayacak biçimde bilgiç bilgiç sırıtıyordu.
Bir kozmetik ürününün ilaç işlevi görmesi… Hadi canım sen de! Önyargılı kafası hemen uyarı sinyalini vermiş, bu önerili iddiaya / iddialı öneriye karşı çıkmıştı. Dene de gör, denilerek kendisine uzatılan ruju tedirgin ve sorgulayıcı bakışlarla almış, kararsızca incelemişti. Saçma! Kapağını açıp çevirmişti. Pembe bir ruj…
Ama mahalle arkadaşları ne derdi bu duruma? Erkek ve ruj… Alay ederlerdi kendisiyle. Rezil olurdu. Unutulmazdı da bu olay. Her fırsatta konu edilir, gülünürdü. Buna karşın, “Gece yatmadan önce sür, sabah kalkınca silersin, olur biter.” denilerek razı edilmişti denemeye. Sabah kalktığında uçuğun küçülüp büzüldüğünü görünce hayretler içinde kalmıştı. Nasıl olurdu yahu! Batıl inanç ya da aslı astarı olmayan bir alternatif tıp önerisi gibi duran iddia, işte, doğrulanmıştı! Sonraki her uçuk vakasında da aynı yöntemi uygulamış ve yine aynı sonuçla karşılaşmıştı. Rastlantı mıydı? Hayret doğrusu! Ama gerçekti işte. Yine de hayret yahu! Bir şeyin gerçek olması, ona şaşırılmayacağı anlamına gelmezdi ya!
Yıllar geçip de büyüdüğünde, gülünç duruma düşme kaygısı güdükleştiğinde anlatmıştı bu olayı çevresindekilere. Başkalarından, “Annem de aynı şeyi söylerdi.” dendiğini işittiğinde ise bu olayın efsane gibi yayıldığını düşünmüştü. Efsaneden gerçeğe emin adımlarla yürüyen ruj mucizesi…
Sabahın köründe çiğ banyo ışığı altında aydınlanan bu anı parçacıkları bir film şeridi gibi zihninde dönüp dururken yavaşça sürdü merhemi uçuğun üzerine. Vay be, dedi içinden. Efsaneler ve mucizeler çağı çoktan kapanmış.
Saçları savaştan çıkmış gibi darmadağınıktı her zamanki gibi. Bu kadar biçimsizleşmeyi nasıl başarıyordu bu saçlar? Bu azim nereden geliyordu? Aynı azmin küçücük bir parçası kendisinde olsaydı dünyayı ele geçirebilirdi.
Saçlarını ıslattı. Bir eline tarağı, diğerine kurutma makinesini aldı. Makinenin düğmesine bastı. Sıcak hava, makinenin büzüşmüş bir ağza benzeyen uç kısmından vuuuu diyerek püskürmeye başladı. “Vuuuu, bu ne dağınıklık yahuuuu! Vuuuu, yine berbat görünüyorsunuz uuuuuu! Vuuuu, bu saçlar düzelse ne olur sanki, bu ölgün suratın tepesinde! Vuuuuuuuuuuuuuuu!”
Tık! Düğmeye bastı. Çenesi düşük makineyi susturdu.
Tıraş? Bugünlük idare eder. Tıraştan nefret ediyorum. Tıraşlı bir erkek yüzü, ne itici bir görüntü! Haklısınız, monşer. Yerinde bir tespit.
Banyodan çıktı. Yatak odasına döndü. Işığı açtı. Pijamasını çıkardı. Yorganın altına tıkıştırdı. Ne şanslısın sen biliyor musun pijamacık? Bak sıcacık yatakta sen uyumaya devam edeceksin, bense uyanık kalacağım. Senin yerinde olsaydım keşke! Kanlı canlı olacağıma, basit kumaştan bir pijama olsaydım… Hep uyusaydım…
Elbise dolabını açtı. Gömleklerden birini rengine bakmaksızın seçti aldı. Üzerine geçirdi. Düğmelerini iliklemeye başladı. Bir, iki, üç, dört, beş… Hiç acelesi olmayan, hayatta hiçbir yere yetişmek zorunda kalmamış bir keyif düşkününün icadı olsa gerekti bu gömlek denen meret. İliklemekle bitmiyor beter olasıca! Eee, bir ucu uzun kaldı bunun! Kahrolası şey! Bir yanlış ilikleme, sonraki düğmelerin de yanlış iliklenmesine neden olmuştu. Çöz, baştan başla. Hayat yolunda da bir yanlış karar, sonrakilerin de yanlış olmasına yol açabiliyordu, değil mi, monşer? Evet, ama hayata baştan başlanamıyordu ne yazık ki.
İlikleme faaliyeti başarıyla tamamlandıktan sonra dolaptan rastgele bir kravat seçti. Koyu yeşil; yılan derisini andıran pul biçiminde desenleri olan, taka çıkara taka çıkara taka çıkara taka çıkara düğümü iyice büzülüp sıkışmış bir kravat… Şeye benziyor… Neye? Şeye işte… Tasma? Hayır! Kement? Hayır! Tavandan sarkan urgan? Hayır. Ne peki? Hepsi.
Medeniyet yuları mıydı bunun diğer adı? Bulan, iyi bulmuş benzetmeyi. Ayakta alkışlıyorum. Şu sıcacık yatakta uzanırken de alkışlayabilirdin, kalkmana gerek yoktu. Sus! Ben bulmuş olmak isterdim bu benzetmeyi. Üç beş santim genişlikteki uzunca bir bez parçasının resmiyeti, saygınlığı, şıklığı, güveni, efendiliği, onu bunu şunu simgelemesi; pek rağbet görmesi… Medeniyetin sonu bu olsa gerek.
Yılan gibi boyna dolanan; boyuna da sıkıp duran bu gereksiz kumaşçıkla ilgili bir gazete yazısı okumuştu. “Filanca işi yaparken dikkat edilmesi gereken falanca şeyler” konulu yazılardan biriydi ve bu kez konu, kravattı. Yazıda, bu zımbırtıyı takarken çok sıkmamak gerektiği; çok sıkıldığı vakit, beyni besleyen boyun damarlarının baskılandığı, bu yüzden de kan akışının azaldığı, beynin yeterince beslenemediği belirtiliyor, yurttaşlar uyarılıyordu. İşte o zaman bu kravatın yeni bir işlevi daha olduğunu anlamıştı. Boynu bu kumaşçıkla sık ki beyne az kan gitsin. Daha az düşün. Bize az düşünenler lazım. Hım! İyi bir yönetme stratejisi.
Kravat hükümdarlığının nişaneleri olan kumaş pantolon ve ceket de giyildikten sonra takım tamamlanmış oldu. Artık dünyayı değiştirecek bir buluşa imza atabilirdi. Uzaylılar bile şaşırırdı belki bu icada. Öf! Bir gün bu takım elbiselerin hepsini ateşe vereceğim. Ateşiyle sigarımı yakıp koyu mavi dumanını püfür püfür tüttüreceğim.

07.05
Geç kalıyordu alışkanlığı olduğu üzere. Geç kalmak konusundaki istikrarı takdire şayandı. 
Evden çıkmadan önce mutfağa uğradı. Çekmeceden çikolatalı gofret çıkardı. Paketi parçalarmışçasına hızla açtı. Gofreti ağzına tıkıştırdı. İyice kurumuş olan diline yapışan, çiğnedikçe çamurumsu bir kıvama gelen gofret ezmesini çabucak yutabilmek için çeşmeden bir bardak su doldurdu. Suyu hızla içti. Çikolatalı bulamaç, kravatın sıktığı boğazından destur alıp geçti ve midesine yollandı.
Bardağı bankoya bırakırken masasının yanındaki damacana ilişti gözüne. Damacanadan su içmeye bir türlü alışamamıştı. Hah, sanki eskiden damacana vardı! Damacanayla mı doğdun? Geç kalıyorum. Aklıma gelmişken söyleyeyim. Ne diyordum? Hah! Eskiden herkes çeşmeden su içiyordu, damacana icat oldu çeşmelik bozuldu. Fesuphanallah! Haksız mıyım, monşer? Çeşmeden akan sular kirli mi? Yıllarca kirlendik mi yani? Ya şimdi, bu galoşlardaki suların temiz olduğu ne malum? Galoş mu? Hah ha! Seni sınamak istedim. Galon, diyecektim. Çekip gider misin başımdan? Başından mı? Sadece sana mı ait o baş? Tamam güzel kardeşim, uzatma da söyle ne söyleyeceksen! Yıllarca çeşmeden su içmiş insanlara, günümüzde, daha temiz ve güzel diye damacana suyu pazarlıyorlar ya? Eee?... Yakında, duş alırken de damacana suyu kullandırırlar insanlara. Bak gör. Hı hı! Şampuanlar daha iyi köpürüyormuş damacana sularıyla, daha iyi yıkanılıyormuş. Doğrudur. Ne çok para yolarlar ama! Yaaa, evet! Sen beni dinlemiyorsun sanırım. Geç kalıyorum. Hadi, kaçtım ben.
Mutfaktan çıktı. Ayakkabılığın önünde durdu. Kontroller başladı.
Cep telefonu? Ceketin sol iç cebinde. Cüzdan? Pantolonun sağ arka cebinde. Anahtar? Kapının üzerinde. Birazdan çıkarıp pantolonun sol ön cebine atacağım. Faturalar? Ceketin sağ iç cebinde. Kırmızı kalem? Mavi saçlı kadının ağzında. Ne? Şey, pardon! Ceketin sağ iç cebinde. İş ilanları sayfası? Sağ dış cepte. Naneli şeker, ıslak mendil? Sol dış cepte. Ağrı kesici? Sol üstteki küçük cepte. Her şey tamam, uçuşa hazırız kaptan! E haydi, yapalım o zaman! Fiyuuuuu!
Ayakkabılığı açtı, az tozlu bir ayakkabıyı çekti aldı. Kapıyı açtı. Ayakkabılarını yere bıraktı, giydi. Geç kaldım. Ayakkabıları fırçalamaya vakit yok. Hiçbir şeye vakit yok. Kapıyı iki kere kilitledim, omzumla yüklenip kontrol ettim. Açılmadı. Tamamdır.
Dairesi ikinci kattaydı. Asansörün dijital göstergesinde “6” yazıyordu. Uf, çift kapılı yavaş asansör inecek de kapı açılacak da… Merdivenlerden daha hızlı inerim. Basamakları ikişer ikişer indi. Sekiz - on saniye sonra zemin kattaydı. Girişteki dairenin kapı kilidinin çevrildiğini duydu. Çıkanlarla karşılaşmamak için daha da hızlandı, apartmandan kaçar gibi çıktı.
Çıkar çıkmaz yüzüne is kokulu bir serinlik hücum etti. Mevsim, sonbahardı. Gökyüzü lacivert bir alacakaranlığa boyanmıştı. Ne acayip bir zaman dilimi… Gündüze mi aitti, geceye mi? Geceyle gündüzün çocuğu…
Yüzüne çarpan serinlik, o vakte kadar uyanamamış olan hücrelerini de uyandırmıştı sonunda. Her sabah, “Bir gün, sabahları asla görmeyeceğim bir hayatım olacak.” diye ant içiyordu. Sokak lambaları hâlâ yanıyordu. Altlarından gelip geçen, sağa sola koşuşturup duran, araçlara binip giden, araçlardan inip oraya buraya seğirten insanlara bakıyorlardı şaşkınlıkla. "Biz hâlâ karanlığı aydınlatmakla meşgulken, gündüz henüz olgunlaşıp da büyümemişken, siz insanlar, nereye böyle, bu kadar erken?" Acıyordu hepsi bu zavallı insanlara.
Koşar adım durağa gitti. Tüh! Beklediği otobüs değilmiş gelen. Dikilmeye başladı. Durakta başka bekleyenler de vardı, karşı durakta başka bekleyenler, bekleyenler, bekleyenler… Kadın erkek demeden herkes nasıl da düzgün giyimliydi sabahın bu eziyet yüklü vaktinde. Saçlar başlar jöleli, taralı, düzgün… Makyajlar tam. Kıyafetler birbiriyle uyumlu, ütülü, jilet gibi. Ayakkabılar ve çizmeler boyalı, gıcır gıcır. Çantalar, tokalar, broşlar, takılar… Hepsi özenle seçilmiş, takıp takıştırılmış.
Bu insanların derdi neydi böyle? Sabahın bu kör vaktinde, kör olasıca vakitte bu özen, bu düzen? Akıl alır gibi değil doğrusu! Saat kaçta kalkmışlar acaba bu halde sokağa çıkabilmek için? 05.00’te mi? Allah bilir tam teşekküllü kahvaltı da yapmışlardır. Hayret! Bu erken vakitte bu azim, bu istek, bu heves, bu iştah… Uykudan daha mı değerli süsler püsler, üstler başlar?... Ben üzerime ne giydiğimi işte şimdi şu durağın camındaki yansımamda fark ediyorum. Kıyafetimin her bir parçası ayrı telden çalıyor. Saçım başım, eh, idare eder işte. Uyduruktan hallice.
Kesin benim bilmediğim bir şeyi biliyorlar. Benim farkında olmadığım bir şeyin farkındalar. Herkes ağız birliği yapmışçasına suspus. Çıt yok. Büyük bir sırrı benden gizliyorlar. Bende olmayan bir mekanizma, bir modül, bir donanım, bir yazılım var zihinlerinde. Sabah kalkar kalkmaz söylenen sihirli bir sözcük var bildikleri. Acaba ne?
Saklıyorsunuz. Saklayabiliyorsunuz, gözlerinizdeki o derin boşluklar dışındaki her şeyi. Gözlerinizdeki susuz kuyuları görüyorum. Zorunluluk ve sorumluluk adına feda edilenlerin, elden çıkarılanların, üstü örtülenlerin, terk edilenlerin geride bıraktığı oyuntuları, çukurları… Gözlerinizden sökülüp de alınan ışığın yerine yapıştırılan o yitik ve bitik gölgeleri… Çürüyen, kararan hayallerinizden geriye kalan cesetleri… Morg soğukluğundaki bakışlarınızın asılı durduğu donuk yüzlerinizdeki mermer beyazlığını… Tüm ölen ben’leriniz için diktiğiniz soğuk mezar taşlarını… Görüyorum. Düşlerinizden bu kadar uzağa sürgün edilmişken, bu durakta  sizi neyin gelip de almasını bekliyorsunuz?
Firen sesi duyuldu. Beklediği otobüs gelmişti. Otobüse bindi. Kartını çıkarttı, cihaza okuttu: Dıt! Ardından binen çoktu. Arkaya doğru ilerledi. Dıt! Oturacak yer yoktu. Dıt! Herkesin üstü başı gayet düzgündü otobüste de. Dıt! Zaman bol bol dağıtılırken ben uyuyordum sanırım. Dı dıt! Uzay filmlerindeki gibi kıyafetler olsa keşke. Dıt! Her gün aynı şeyi giysek ve bu, hiç fark edilmese… Dı dıt! Şuraya tutunayım, başım dönüyor yine. Dıt! Aç karnına uykusuzluk… Dı dıt! Fena... Dıt! En son ne zaman kahvaltı yapmıştım acaba? Dı dıt! Pazar günleri öğlen-ikindi arası bir vakitte uyanıp da buzdolabında bulduklarımı tıkınmayı kahvaltıdan saymazsak… Dıt! Hımmm! Dıt! Hafızamı fena zorluyorum şu an. Bakiyeniz yetersiz! Kahvaltı… Kahvaltı… En son?.. Anımsayamıyorum gerçekten. Dı dıt! Belki de en son lisedeyken annem zar zor uyandırıp zar zor yaptırmıştır. Dı dıt! Hadi canım! Dıt! O kadar eski yani… Dı dıt!
Otobüsün kapısı öfleyip puflayarak kapandı. Yorgun ve uykusuz otobüs isteksizce hareket etti. Şoför günde kaç kere şu kart okutma sinyalini duyuyordur acaba? Sürekli aynı sesi işitmek insanı çıldırtmaz mı? Bilinçaltına işlemiştir artık, rüyasında bile duyuyordur. Canım, en azından iki farklı ses var. Aman, ne kadar da rahatlatıcı bir avuntu! Adam başka bir yerdeyken benzer bir ses duyuyorsa ya da o sesi bu sese benzetiyorsa karnına kramp giriyor, yüreği kasılıyordur herhalde. Bence de… Senin alarm melodini çağrı melodisi yapan birinin telefonu çaldığında içinin kıyılması, karnının kasım kasım kasılması, yüzünün gerilmesi, dilinin acımsı-ekşimsi yavansılaşması gibi yani. Evet, aynen öyle!
Sokaklar ve caddeler araçlarla, insanlarla dolu. Herkes bir yerlere yetişme derdinde. Kim için? Sen şimdi, kendileri için, gelecekleri için, aileleri için, dersin. Aah ah! Herkes bir başkası için çalışıyor a dostum! Herkes başkalarının işlerini bitiriyor kendi hayallerini törpüleyip ömürlerini tüketerek. E, başkaları da senin için çalışmış oluyor bu durumda. Değiş-tokuş. Senin işini birisi, sen birisinin işini… A cancağızım, bu kadar mı muhtaç düştük birbirimize, bu kadar mı bağımlısı olduk birbirimizin? Ne zamandır? Herkes kendisine dönse, ben de döne döne uyusam.
Otobüs, durağa vardı. Otobüsten indi. Metroyla devam edecekti. Metroya -yürüme mesafesi- sekiz dakikalık yolu vardı. Yüksekçe yapıların bulunduğu genişçe sokakta hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Dükkanların bazıları açılmıştı, bazıları kapalıydı. Kapalı dükkanların sahipleri ne kadar da şanslı. Belki hâlâ sıcacık ve yumuşacık yataklarına gömülüdürler. İşte, kocaman kapalı bir dükkan! Aman! Mobilya-ev tekstiliymiş. Uyku setlerinde indirim olduğu yazıyor dükkan camında. Sabah sabah… Tıpkı annesinden koparılmış bir çocuk gibi, yatağından koparılmış, uykusu gözlerinden çalınmış insanların geçtiği bir yola uyku seti reklamı koymak… İnsanlık dışı! Küfretmekle eşdeğer be! Yuh! Almıyorum ulan!
Caddeye çıktı. Buradaki dükkanların ise çoğu giyim kuşam üzerineydi. Bir tanesindeki afişte, yakışıklı bir adam takım elbise giyinmiş; kesik kesik, yandan yandan, jön jön, artist artist, karizma karizma, bakıyordu. He heyt be! Vitrinde sergilenen takımların fiyatları çok uçuktu. Of, bu uçuk da nereden çıktı şimdi! Krem işe yarasa bari! Ruj daha çabuk iyileştirir. Ruju da nereden bulayım canım? Yoldan geçen bir kadından iste. Saçmalama! Böyle bir şey istemek insanı ne duruma düşürür düşündün mü hiç? Düşünmedim. Yani, düşünmediğimi düşünmedim. Düşündüm de vitrindeki bu takım elbiselere kim bu kadar para sayar ki? Afişteki adamlar sayar.
Metronun girişi görünmüştü. Koşuşturup duran insanlar birbirlerine çarpmamak için müthiş bir kıvraklık sergiliyorlardı. Ne maharet ama! Manevralar kusursuz. Korna sesleri, simit satıcılarının sesi, minibüsçülerin bağırıp çağırma sesleri, onun sesi, bunun sesi birbirine karışıyordu. Ne oluyordu yahu? Bu telaş niye? Dünyanın kapanma vakti gelmişti de herkes son trene mi yetişmeye çalışıyordu? “Değerli müşterilerimiz, Dünya gezegenimiz yarım saat sonra kapanacaktır. Lütfen çıkışlara ilerleyin.” AVM’ler gibi… Kapansa ya dünya…
Saatine baktı. Geç, hep geç! Adımlarını hızlandırdı. Yaşlı piyango biletçisi yine aynı yerde duruyor; gelen geçene, “Şanslı biletler burada!” diye sesleniyordu. Piyangocunun üzerinde mora çalan kadife bir ceket, içinde sarıya kaçan bir gömlek, yakasında açık yeşile dolanan bir kravat... Hep aynı şeyleri mi giyiyor? Yüzünde her zamanki davetkâr gülümseme… Sabah sabah neşeli olmak, herkese gülücük saçmak… Bu üstün yetenekle lütuflandırılmış insanların küçük işlerde işi ne? Yanında yine aynı siyah köpek... Yere uzanmış, çenesini patilerinin üstüne koymuş, kaygısız kaygısız bakınıyor her zamanki gibi. Yaşlıca. Çenesindeki tüyler seyrelmiş, dökülmeye yüz tutmuş.
Al şuradan bir bilet. Eee?... Belki çıkar. Cık! Çıkmaz. Ya çıkarsa? Allah be! Akşamlara kadar uyur, sabahlara kadar… Aman be monşer! Ben, büyük ikramiye, diyorum;  sen uyumaktan söz ediyorsun. Sabahın o ezinç ve eziyet dolu vaktinde acı çek çeke uyanmak zorunda kalmamak… İşte, gerçek ikramiye! Para başka ne işe yarar ki?
Bilet almadan geçip gitti piyangocunun yanından. Metronun girişine varmak üzereydi. Girişin hemen yanına dikilmiş kalın bir direğin üzerinde dev bir reklam panosu vardı. Uzun zamandır da aynı reklam... Panoda kusursuz güzellikte bir kadın… Elinde çikolata kaplı bir dondurma… Canım ne zaman isterse o zaman yerim tavırları… Elindeki dondurmayı görmesek kozmetik reklamı sanabiliriz. Hani, kozmetik reklamı olsa anca bu kadar süs püs olur. “Öyle kusursuz ve eşsiz bir güzelliğim var ki bana bakan herkes işte şu elimdeki dondurma gibi donup kalır. Üflesem erir gider. Ben mükemmelliğin vücut bulmuş haliyim.”
Girişe ulaştı. Yürüyen merdivene bindi. Sağdakiler basamakta duruyordu; sol taraftan aşağı yürüyerek inenler vardı. Soldan indi. Kartını dıtlatarak turnikeden geçti. Dıtların ardı arkası kesilmiyordu. Özel güvenlik buna nasıl dayansındı? Belindeki copa sarılıp dıtlatma cihazlarını parçalasa yeriydi. Vur vur parçala…
Bir merdivenden daha indi, perona girdi. Trenin gelmesine üç dakika vardı. Parfüm, jöle, tıraş losyonu kokuları birbirine karışıyordu. Kendisi de sürünmüş müydü koku falan? Vakit kalmamıştı ki. Hiçbir zaman yoktu. Şehirde her saniyenin önemi çoktu. 3-2-1. Tren geldi. Hüüüp! Yılan gibi yuttu tüm yolcuları.
Şans eseri oturacak bir yer bulmuştu o kalabalıkta. Cebinden iş ilanları sayfasını ve kırmızı pilot kalemini çıkardı. İşinden nefret ediyordu. Daha az nefret edeceği bir iş arıyordu. İlanlardan bazılarını kırmızı kalemle işaretliyordu. Uygun bir zamanda telefon edip görüşeyim, diyordu ama bir türlü arayamıyordu. Nefret ettiği işi onu tüketiyordu. Buna karşın bırakamıyordu. Madde bağımlılığı gibiydi bu durum. Zarar verdiği halde terk edilemiyordu. Yine de iş ilanlarına bakmaktan alamıyordu kendisini. Kendisini kandırmaktan başka çare bulamıyordu. Boş ver, bırak, istifa et. Gece bekçisi ol, sabaha kadar takılır, düdük öttürürsün. Akşama kadar uyur, uyur, uyursun. Kalkar, düdük makarnası yersin. Oh be, ne güzel olur!
Kafasını sayfadan kaldırdı. Herkes ona mı bakıyordu? Sizin de mi yeni bir işe ihtiyacınız var? İşlerimizi değiş-tokuş edelim mi? Madem birbirimizin işlerini yapıyoruz her gün, sırf bunun için sıcacık ve yumuşacık uyku cennetinden düşüyoruz sabah sabah bu ayaz cehenneme… Takas edelim mesleklerimizi. Bir süreliğine daha az eziyet çekeriz belki. Sonra yine değiştiririz.
Bir an için, kafasında dönüp duran her şeyi vagondakilerin duyduğu sanısına kapıldı. Dar mekanda gezinen gözlerin mecburen karşılaşması, bir-iki saniyelik duraksamalar, sonra ayrılmalar… Vagonun içi sayısız gözle doluydu. Her yer göz… Sıkış tepiş. Kaçacak yer yok. Daraldım. Boğuluyorum. Nazara geldim!
Tren ineceği istasyona yaklaşınca oturduğu yerden kalktı. Koltuğun mirasçısı hemen oturdu boşalan yere. Bari ölmemi bekle-, aman, bari inmemi bekleseydin.
Kapının önü bir sonraki durakta inecek olanlarla doluydu. Bir işaretle siperden fırlayıp çıkacak ve düşman hattına doğru yardırıp koşacak askerler gibiydi bekleyenler. Herkes kaderini kabullenmiş gibiydi. Sıra, onlardaydı. Ey silah arkadaşlarım! Bizim vaktimiz geldi. Gözlerimizdeki donukluk sizi yanıltmasın. O gördüğünüz; adanmışlığın, vakarın ve kabullenmişliğin yansımasıdır. Şimdi çıkacağız ve çarpışacağız alnımız ak! Bak, yazıyor destanımızı sessizce her çehre. Dünya dediğin, cephe içre cephe...
Tren durdu. Kapılar açıldı. Tren, yığınla insanı durağa kustu. Bir o kadar da insanı yuttu. Yoluna devam etti. Obez şey!
Herkes yürüyen merdivenlere yöneldi. Kimileri soldan yürüyerek çıkıyor, zaman kazanıyordu. Herkes mi geç kalmıştı kendisi gibi? O niye yürüyerek çıkmıyordu? Başı dönüyordu. Göğüs kafesinde yukarıdan aşağıya doğru bir ezilme hissi uyanmıştı. Sanki içeriden bir şey dışarıya çıkmaya çalışırken dışarıdan bir şey de içeri girmeye çalışıyordu. İki şey aynı anda bastırınca güç dengeleniyor, göğüs kafesi acıyordu. Bunun ne olduğunu biliyordu. Yorgun, uykusuz ve acıkmış olduğunda hissediyordu bu baskıyı. Yani, her sabah.
Merdiven ağır ağır ilerliyordu. Makineleşmiş dünyaya parça üreten bir fabrikanın tamamlanmış ürünlerinin yürütüldüğü hareketli zemin… Biyolojik makine parçaları… Birazdan herkes dev makinenin bir bölümüne takılacak. Görevini yerine getirip makinenin düzgün çalışmasını sağlayacak. Bir bölümün çalışması diğer bölümlerin de çalışmasına bağlı olacak. Herkes birbirinin de işini yapmış olacak. Herkes herkese hizmet etmiş olacak. Aksayan parçalar sökülüp değiştirilecek. Pahalı olduğu düşünülen parçalar makineden atılacak. Daha ucuza temin edilecek olanlar onların yerine takılacak.
Merdiven ağır ağır ilerliyordu. Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden. Ağır ağır çıkartılıyoruz bu merdivenlerden.
İşte o! O! Geçen gün gördüğü mavi deri ceketli kadın! On beş-yirmi kişi kadar önde. Kapkara saçlarının uçlarını maviye boyamış. Koyu renk ve ciddi giyimli insanların içinde bir kurtarıcı... Elini uzatsa, tutacakmış gibi... “Gel!” dese, çağrısı koşulsuz kabul edilecekmiş gibi… “Seni kurtarıyorum.” dese, kurtaracakmış gibi. Dönüp baksa bana, yüzündeki çağrıyı okusam, arkama bile bakmadan, bir an bile tereddüt etmeden gitsem… Kaybolsam… Kaybolsak… Bizi merak edecek ve anımsayacak bir tek kişi bile kalmasa arkamızda… Silinip gitsek tüm hafızalardan…  
Merdiven, yukarı çıkarttıklarını düz zemine yumuşak bir geçişle bıraktı. Gerisi insanlara kalıyordu. Herkes hızla yürüyordu. Onun gözleri ise mavi deri ceketli kadını arıyordu deli gibi. Kalabalık çok yoğundu. Seçemiyordu. Onu yine gözden kaçırmıştı. Belki de bu kez kadın birisini kurtarmıştı. Gitmişlerdi arkalarına bakmadan. Yok olmuşlardı.
Yürüyordu. Çıkışa giden yolun duvarlarında boy boy reklamlar vardı. İnsanlar için yeni yeni ihtiyaçlar icat edip buna uygun zımbırtılar üretenler, pazarladıkları ne olursa olsun, çok güzel ve yakışıklı insanları aracıları yapıyorlardı. “Ey yürüyen müşterilerimiz! Bizim aracılarımız, sizin amaçlarınız olsun! Bu kusursuz görünümdeki insanlarla aynı ürünleri kullanmak sizin için bir ayrıcalıktır. Onlar sizinle aynı ürünleri kullanmaktan büyük mutluluk duyacaklar. Baksanıza, nasıl da içten gülümsüyorlar!”
Reklam insanları gülümsüyorlardı. Yanlarından geçip giden insanlarsa suskun çığlıklarını, isyankâr boyun eğmişliklerini, kapana kısılmış özgürlüklerini, reddiye yüklü kabullenişlerini yansıtıyorlardı donuk bir ayna misali yüzlerinde.
Metro çıkışı insan kalabalığından tıkanmıştı adeta. Dev bir el gelse de bir yerlerden bir delik açsa, akıtsa insanları dışarıya.
Çıktı. İşyerinin yolunu tuttu. Yol üzerindeki pastaneden üç poğaça aldı. Yağlı ve sıcak poğaçalar iyi iş görüyordu. Midede yorgan misali serilip açlığı mışıl mışıl uyutuyordu uzun süre. Üzerime yorgan üstüne yorgan serin. Uykulara dalayım derin derin. Biri çıksın, “Senin işin uyumaktır.” desin.
Poğaçaları bazen yolda yürürken ağzına tıkıştırıyordu. İşyerinde kendisine, “Yine mi kahvaltı etmeden çıktın?” diye sorulmasından; “Poğaçayı çok seviyorsun herhalde.” denmesinden nefret ediyordu. “Eee, insanın bir kahvaltı hazırlayanı olsa… Değil mi ya…” diye tamamlanıyordu her sabah bu kalıplaşıp katılaşmış laflar. Bunları nerede ezberletiyorlar?
Kahvaltı mı? Hangi ara, ne zaman? Uyanıp giyinip hazırlanmaya zor zaman buluyorum her sabah. Hem uykudan güzel kahvaltı mı var? Oh, şöyle sıcak sıcak, tatlı tatlı bir uyku… Bal dök üstüne, uyu… Evet! Poğaça tabii ki! Ne olacaktı ya? Mideye bir şey girsin, gurul gurul ötüp duran açlığı sustursun yeter. Sevmekle ya da damak tadıyla ilgili değil bu. Tamamen işlevsel. Siz ne yediniz kahvaltıda? Portakallı ördek mi?
“Günaydın” dendikten sonra başka bir cümle daha kurma ihtiyacıyla söylenen bu tür kalıplaşmış laflar sinirine dokunuyordu. Söylene söylene sonunda atasözüne dönüşmesinden korktuğu laflar… Bodrum katında bir deponun bekçisi olmak istiyordu böyle anlarda. Otursun masasında, ayda yılda bir biri gelsin, basit bir şey istesin. O kadar. Beş tane poğaçayı demli çay eşliğinde yavaş yavaş tıkınsın. Sonra da başını masaya koyup uyusun.
Poğaçaları yolda gelirken yedi.  
Binaya girdi. İş…
İşteyken zaman çabuk geçsin isterdi.
Çocukken kendisine sorulduğunda “Büyüyünce ne olacaksın?” diye, aklına bir şey gelmezdi. Her çocuk iyi ya da kötü, mantıklı ya da uçuk kaçık (Uçuğum belli oluyor mu acaba? Fark edip de bir şey demeseler bari.) bir yanıt veriyordu. Çocukların sevdiği sorulardandı bu. Kendisi ise ne olmak istediğini bilmezdi. Düşünmezdi. Ne istediğini değil, ne istemediğini bilen biri olduğunu anlaması uzun zaman almıştı. Anladığında iş işten geçmişti. O, işini değil; işi onu seçmişti. Hani, çocukken bir yanıt verebilecek durumda olsaydı asla şu anki mesleğini söylemeyeceği kesindi. En son sırada bile yer almazdı. Liste dışı bir iş olurdu onun için. Köşe bucak kaçılacak bir iş… İmdat!
İşteyken zaman çabuk geçsin isterdi.
Her zamanki işlerini yaptı. Kağıtlar aldı önüne, okudu kaldırdı. Kağıtlar geldi önüne, okuyor gibi yaptı, imzaladı. Kağıtlar çoğalttı sanki dünyada sayıları azalmış gibi. Nesli tükenme tehlikesine girmiş gibi. Kağıtlar attı çöp sepetine sanki atmakla soyu tükenecekmiş gibi. Kağıtları dosyalara kaldırdı, uykuya yatırdı. Ne güzel de uyuyorlardı. Kağıtları dosyalardan indirdi. Uykuları kaçan kağıtlar masalara saçıldı. Kimisi zımbalandı, hiç ayrılmayacak sevgililer gibi. Kimisi farklı ve özel olma derdindeydi, ataşla tutturuldu. Kimisi gezgin olmaya pek düşkündü, masa masa gezdi, gezdirildi. Kimisi bir süre ortalıklarda görünmek istemiyordu, sümen altına kaçtı, saklandı.
Kağıtlardan başını kurtarabildiği zaman aralıklarında ise konuşması gerekiyordu. Konuşmak pek de tercih ettiği bir şey değildi. Yazmak daha coşkuluydu. Heyhat! Konuşmak, işinin en önemli parçasıydı. Konuştu, konuştu, konuştu. Dinleyenler oldu, dinler gibi yapanlar oldu, dinlemeyenler oldu. Sonra onlar da konuşmaya başladı. O da bazen dinledi, bazen dinler gibi yaptı, bazen dinlemedi. Söz uçar yazı kalır. Haydi herkes yoluna! Sonra herkes yoluna gitti.
Boş durmak yaraşmaz işi olana. Boş durmak sakıncalıdır işte olana. Kağıt döngüsü kaldığı yerden devam etti. Kağıt, asla bitmezdi. Kağıttan kaplanlar gibi, değil mi, monşer? Aynen öyle azizim. Çok daha ötesi… Kağıttan bir dünya kurdular, ceplerine kadar dijital ekran giren insanlar.
İşteyken zaman çabuk geçsin isterdi.
Koştururdu bazen, bir yere varmaksızın. Koştururdu da anlamazdı zaman çabuk mu geçiyor, yoksa yavaş mı? Koştururdu, adı sanı koşucu olmamasına karşın. Bir sıfat taşırdı ve o sıfat ne kadar da ağırdı. İş tanımının ve kapsamının dışında iş yüklerdi omzuna. Aynı statüdeki çalışanlardan daha fazla yük… Eşitsizliği ve adaletsizliği tanıdığı gün, şansı ve avantajı başkalarının kucağına bıraktığını anlamıştı.
O yükler hep de aynı günlerde yığılırdı üzerine. Bu yüzden o günleri kasıla kasıla beklerdi çaresiz. Afrika’daki ilkel kabileler gelirdi aklına. Kabilelerin yaptıkları ayinler… İlkel diye hor görülen bu kabilelerden ne farkı vardı tam da çağdaş dünyanın merkezlerindeki bazı sistematik işlerin. Tabular bazılarının özgürlüğüne tabut hazırlar. Siz o gözle göremezsiniz bunu. Bil(e)mezsiniz. Şansınız ve avantajınız tam da budur zaten.
İşteyken zaman geçer giderdi nihayet. Zamanın dolduğunu salık veren sesli işaret geldiğinde çıkar giderdi. Kimseye görünmeden çıkmak konusunda uzmanlaşmıştı. Klasik gün sonu laflarından ve kalıplaşmış iş bitimi temennilerinden kaçar giderdi. Uçar gibi giderdi. Uç… Monşer, bugün kimse dudağındaki uçuğu fark etmedi. Şanslı değilim, dersin. Bak, bugün şanslısın. Evet, bugün öyle, sanırım.
Yemeğini hep aynı yerlerde yemek istemediği için iş çıkışı epey dolaşması gerekirdi bazen. Bir yere ayağının alışıp da birilerinin onunla ticari samimiyete girişmelerini sevmezdi. Sorular, sorular, sorular… İşiyle ilgili gereksiz övgüler… Mengeneye kıstırılmış gibi sıkılırdı. Zar zor konuşur, zoraki yanıtlar verir, başkası konuşuyormuş zanneder, kendi konuşmasına yabancılaşırdı. O onaylama laflarının nasıl olup da ağzından çıktığına şaşar kalır; yalnız kaldığında kızar bozarırdı. Gittiği bir dükkana ancak birkaç hafta sonra tekrar uğrardı, insanlar yüzünü ezberlemesinler diye. Yalnızca yemek yediği yerler için geçerli değildi bu uygulama. Her girmek zorunda kaldığı dükkan için geçerliydi. Zaten alışverişten de nefret ederdi.
Daha önce girmediği bir lokantaya girdi. “Buyursun abimiz!” Ben tek çocuğum; ağabeyim, ablam, kardeşim yok. Düşünüyorum da… E, kimse yok! Ne zamandır? Niçin? En baştan beri mi yok? Önceden vardılar da sonradan mı kayboldular? Niye onlar kaybolsun? Kaybolan sensindir belki de... Ben mi? “Sıcak çorbam var abim!” Sıcak çorbadan sonra sıcak yatağınız da var mı? Yoruldum, sabahın köründen alacaklıyım, uyuyacağım.
Keşke tüm dükkanlara ve işyerlerine uyuma odası açma zorunluluğu getirilse. Hani şimdi dünya devi ünlü şirketlerin lunapark, çocuk bahçesi, üniversite kantini gibi çalışma ortamları var ya!... Kapitalya!... Evet! Bizde de uyuma odaları olsa keşke… Oh, uyku bastırınca gidip biraz kestirsek… Bal gibi bir şekerleme yapsak… “Şeker gibi taze fasulyem var abim, ister misin?” Sen bana önce şundan, sonra biraz şundan, biraz da bundan ver. “Hepsini bir mi göndereyim masaya?” Hepsi bir sonuçta! Midemizi doldursun, gurultu sussun yeter. “Salata gönderin abimizin masasına.” Salata… Gönder tabii. Tam bana göre. Salata… İçinde her şeyden biraz var; ama hiçbir şeyin tamamı yok. Aynen sizin gibi, monşer. Evet, öyle. Bir yazınızda, parçalı kişilik örüntünüzü anlatmak için de "salata kişilik" demiştiniz. Evet, biliyorum. Salata işte… Olsa da olur, olmasa da… Bu da size çok uydu, monşer.
Lokantadaki herkes paspal giyimliydi. Yorgunluk akan gözlerini masaya dikmiş, kaşık sallıyorlardı tabaklara. Takım elbiseyle oturan kendisi ise lokantanın şeref konuğu gibi duruyordu. Lokantacı, sonradan gelen müşterilere de aynı sevecen ve sarıp sarmalayıcı ses tonuyla hitap ediyordu. Takım elbise giyen herkesin yüksek düzeyde saygı ve güveni hak ettiğine dair o batıl inancın etkisiyle öyle önemseyici tavırlar takındığını sanmıştı lokantacının. Demek ki adamın her zamanki hali bu. Ama takım elbisenin illüzyonuna kanmaya aday çok kişi var, değil mi, monşer? Evet, öyle, azizim. Bizzat yaşadığımız şeyler bunlar. Bu kumaş parçaları bazen anahtar gibidir; farklı kumaşlarla açamadığın kapıları açıverir.
Yemeğini yedi, masadan kalkıp kasaya gitti, yemeğin parasını ödedi. Lokantacı, “Yine bekleriz sayın abim.” dedi. Bakarız, beni tekrar anımsamayacağınıza inandığım bir periyot geçsin, uğrarım yine.
Lokantadan çıktı, elini ceketinin iç cebine attı. Sigarayı bıraktığını unutmuştu. Böyle bir şey nasıl unutulur? Sigarayı bıraktığı halde sanki hâlâ içiyormuşçasına ceketine dalıveren eli... Ellerin bir hafızası mı vardı? Düşünüp tasarlayıp da elini ceketine atmamıştı ki. Gitarla ilgilendiği zamanlar mesela, sol elinin parmakları hangi tellerin üzerinde duracağını nasıl biliyordu? Oradan diğer perdelere hızla ve hatasızca nasıl geçiyordu? Majör ve minör notaları nasıl duraksamaksızın takip edebiliyordu? Düşünerek yapsa bu kadar hızlı ve hatasız olmazdı ki bu. Bir keresinde tellere diğer elinin parmaklarıyla basmayı denemişti, becerememişti. Gitarı eline yeni almış biri gibi deneyimsiz kalmıştı o an. Diğer parmaklar sanki öğrenmişti nereye ve nasıl basılacağını. Sanki ondan habersiz, kendilerince yapıyorlardı işlerini. Anlaşılması güç bir konu. Şöyle demli birer çay ve karşılıklı tüttürülecek sigaralar eşliğinde tartışabiliriz bu konuyu, monşer. Çaya evet, sigaraya hayır. Bırakması iki yıl sürdü. Başlaması iki dakika… Hayır, azizim, ısrar etme, inat etme, içmeyeceğim. Neden içmediğimi, içemeyeceğimi sen pekala iyi biliyorsun. 
Güneş epey alçalmıştı gökyüzünde. Akşam oluyor, hava serinliyordu. Eve dönme vakti gelmiş geçiyordu. Metroya yöneldi. Cadde işten yeni çıkan insanların koşuşturmasıyla doluydu. Koşturarak geldikleri yerlerden koşturarak kaçan insanlar…
Metroya indi. Tren dört dakika sonra geldi. Oturacak yer yoktu. Kapıya yakın bir yerde ayakta durdu. Oturanların birçoğu başlarını cep telefonlarına eğmişti. Saygı ve kabul ifade eden bir baş eğiş… Kaderine razı olmuş gibi bir baş eğiş… Belki de öyle... Parmakları parlak ekran ışıklarının aydınlattığı sahnede dans ediyordu bir ileri bir geri. Kulaklarında kulaklık… Kimseyi görmüyor, işitmiyorlardı. Parmakları tek hayat belirtisi gösteren organlarıydı. Parmakları acaba öğrenmişler miydi bu hareketleri? Hafızaları var mıydı? Kendiliğinden mi aşağı-yukarı, sağa-sola hareket ediyordu ekran üzerinde? Kendi başlarına mı iş görüyorlardı?
Anons onu yorgun düşüncelerinden çekti aldı. Robotsu bir kadın sesi ineceği durağa geldiğini haber veriyordu. Kapı açıldı. Trenden indi. Yürüyen merdivenlere yöneldi. Yarın sabah erkenden yine buradan geçecekti. Ters yöne. Daha kaç gün? Kaç ay, kaç yıl? Ne için, kim için? Bitmeyecek işler için, herkes için.
Metrodan çıktı. Güneş yeni batmıştı. Gökyüzünün bir kısmı koyu kızıla, bir kısmı koyu maviye boyanmıştı. Yürüyordu. Birileri güle eğlene bir yerlere gidiyordu. Yarın sabah erken kalmayacaklar sanırım. Yoksa insan bu kadar neşeli olamaz.
Caddeden sokağa döndü. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Oturduğu apartman görünmüştü. Tam ailecek yemek yenilen saatte eve dönmüştü. Genelde de bu saatlerde dönmüş olurdu. Şu an birçok kapının ardında hep birlikte akşam yemeği yeniyordu. Böylece kimseyle karşılamadan evine girebilecekti.
Asansörü tercih etti. Ağır çalışan asansör ona çok zaman kaybettiriyordu. Bu yüzden genelde merdivenleri tercih ediyordu. Ama o an canı basamak çıkmak istemedi. Nasıl olsa herkes yemekteydi. Üstelik asansörün göstergesinde “0” yazıyordu.
Asansöre bindi. Otomatik iç kapı ağır ağır kapandı. Ne yavaş şey! Sanki içine insan alıp da taşımanın keyfine varıyordu. İkinci kat düğmesine bastı. Asansör sanki biraz düşünmüşçesine bekledi. Sonra ağır ağır yukarı çıktı. İkinci katta durdu. Otomatik iç kapı yavaş yavaş açıldı. Merasimdeyiz sanki. Her şey törensel bir ağırlıkla ilerliyor. Sabır sınavı yapılsaydı iyi bir puan alırdı kuşkusuz. Canlı cansız ne çok şeye sabır gösteriyordu.
Oturduğu dairenin kapısına yöneldi. Kapının önünde durdu. Cebinde bir şey şakırdadı. Elini cebinden çıkardı. Anahtar. Parlaklığı yer yer dökülmüş bir anahtar. Döküntü parlaklığı kapıdaki deliğe itti. İki kere çevirdi. Kapı açıldı. “Hoş geldin.” diyen karanlığa adım attı. Kapıyı kapatıp iki kere kilitledi.
Burnuna evin kendine özgü kokusu hücum etti. Işığı açtı. Hızla yatak odasına gitti. Üzerindeki ağırlıkları çıkardı, astı. Ev kıyafetlerini giydi. Lavaboya geçti. Sabah lavabonun başında yaptıklarını anımsadı. Her gün eve dönüp de banyoya geçtiğinde aynı sahneler canlanıyordu gözünde. Sanki yarım gün değil de birkaç gün önceymiş gibi geliyordu yaşananlar. Başını eğdi, yüzünü yıkadı. Başını kaldırdı, aynada yansıyan yüzüne öylece baktı bir süreliğine.
Hareketlendi. Elini duvardaki çıkıntıya attı. Havluyu çıkıntıdan aldı. Yüzünü kuruladı. Aynada uçuğuna baktı. Düzelme yoktu henüz, aynıydı. Merhem birkaç günde anca iyileştiriyordu.
Salona geçti. Televizyonu açtı, sedire uzandı. Küçük yastığı başının altına aldı. Kendisine söz verdiği gibi uyuyacaktı. Her iş dönüşünde aynı şeyi yapıyordu. Uyku üzerine çökene kadar televizyon izliyor, sonra dalıp bir saat kadar uyuyordu. Sedirde televizyon izlerken uykuya dalmanın tadı bambaşkaydı.
Bir süre sonra ekrandaki görüntüler bulanıklaştı. Sesler anlamsızlaştı. Pamuk gibi, şeker gibi, pembe pamuk şeker gibi bir uykuya daldı.

Uyandı. Bir saatten fazla uyumuştu. Başında hafif bir ağrı vardı. Televizyonun bir parlayıp bir sönen ekranının bir aydınlatıp bir alacakaranlıklaştırdığı salon bir tiyatro sahnesi gibiydi. Bir süreliğine televizyona bakmadan öylece, sersem kafayla oturdu. Başı iki elinin arasında, bedeni öne eğik, ayılmayı bekledi.
Bir süre sonra ayağa kalktı. Koridora geçti. Biraz yalpaladı, bir iki adımını dengesizce attı. Bu koridorun da ona garezi mi vardı? 
Mutfağa geçti. Acıkmıştı. Evdeki gıda malzemelerini gözden geçirdi. Hangisiyle nasıl bir karışım yaparsam yenecek bir şeyler elde ederim, diye düşündü. Eldeki gıda malzemelerinden birtakım yiyecekler icat etti, hepsini hızlıca yedi. Su ısıttı, iki poşet çayı aynı bardağa attı. Çayı çok demli içerdi. 
Çay bardağını aldı, karıştıra karıştıra çalışma odasına geçti. Bilgisayarın düğmesine bastı. Bilgisayar açılana kadar salona gitti, televizyonu kapatıp geri döndü. Bilgisayarın başına oturdu. Her zaman takıldığı internet sitelerinde dolandı. Bir iki forum sayfasına birkaç yorum yazdı. Sonra “Yazılarım” klasörüne geçti. Yazmayı seviyordu. Fırsat buldukça bir şeyler çiziktiriyordu. Çiziktirdiklerini sonradan ele alıyor, genişletip derinleştiriyor, olgunlaştırıp başlı başına bir yazıya dönüştürüyor, yeniden gözden geçirip üzerinde bazı düzeltmeler yapıyor, hepsi için büyük bir uğraş veriyor, ciddi mesai harcıyordu. Yalnızca yazmayı değil; yazı üzerinde kapsamlı çalışmayı ve düşünmeyi de seviyordu. Kağıt ve kalemden de kopmak istemiyordu. Her zaman çalışma masasının üzerinde duran bir not defteri vardı. Zaman zaman ona da bir şeyler yazıyordu. Yazmak, önemsediği çok az şeyden biriydi. 
Bir de okumak… Yatmadan önce yarım saat de olsa bir şeyler okumaya çalışıyordu. Hafta sonları bu süreyi arttırıyordu. Okumak ve yazmak onu hayata bağlayan iki temel eylemdi. Bunların dışındaki hemen hemen tüm uğraşlar ona çok boş geliyordu. Diğer birçok iş için harcanan zaman, okumaktan ve yazmaktan çalınan zamanlardı onun gözünde.
Bir şeyler yazdı. Bilgisayarı kapadı. Okumakta olduğu kitabı kitaplıktan aldı. Koltuğuna kuruldu. Kaldığı sayfayı açtı. Her şeyi unutup okumaya daldı. Dünya durdu, işler bitti. Zaman uçtu gitti.
Başını kaldırdı. Saat gece yarısını geçiyordu. Sabah erken kalkacaktı. Yatması gerekiyordu. Erken sözcüğü karnına saplandı ok gibi. Burkuldu saplandığı yerde. Burgu burgu oldu içi. Midesi bulandı, ağzına ekşimsi bir tat geldi. Kalbinin bir iki ritmi diğerlerine göre daha baskılı attı. Burnu sızladı. Sol gözünün üst kısmından kulak arkasına-saç bitimine kadar ince bir hat halinde hafif bir ağrı titreşti.
Tüm hafta boyunca her gün sabahlara kadar oturduğu, gecenin tüm güzelliğini, sessizliğini, ona ait oluşunu soluduğu günler geldi aklına. Yalnızca hafta sonlarına kalan bir zevk ve keyifti artık bu. Hafta sonuna da daha çok uzun bir zaman vardı. Çok…
Koltuğundan kalktı. Kitabını kitaplığa koydu. Odanın ışığını söndürüp koridora geçti. Açık ışık yoktu, her yer karanlıkta kalmıştı. Elini duvara sürte sürte ilerledi. Karanlıkta kendi evi yabancı gibiydi. Yatak odasına geçti, elektrik düğmesini bulup açtı. Soyundu. Sabahleyin yorganın altına tıkıştırdığı buruşmuş pijamasını giydi. Telefonunun alarmını 06.30’a kurdu. Alarmın kurulu olduğundan emin olmak için ekrandaki simgenin konumuna bir kez daha baktı. Telefonu komodinin üzerine koydu. Işığı kapattı. Yatağına girdi. Yorganı üzerine çekti. Akşam eve gelince uyuduğu için uykusu epey geç geldi. Kafasında darmadağınık görüntüler kopuk cümlelerle birleşiyor, bu birleşimlerden ucubeler peyda oluyor, yorgun zihnini daha da yoruyordu. Yorgunluk arsızına dönüşen zihni ayrıntıları seçememeye başladı bir süre sonra. Yatağın sıcacık yumuşaklığı içinde eriyip gitti. Sevilen birinin şefkatli kollarına alınırcasına uykuya daldı.

Bu rakamları sen satacaksın. Bir tanesini bile kaybetmeyeceksin. İş, diyordun. İşte sana iş! Acıkınca rakamlardan birini yiyebilirsin. Mesela “7” rakamını yiyebilirsin. İşte sana iş!
Piyangocu amca müdürüm olmuş. Halim salim bir adama benziyordu. Şimdi esiyor gürlüyor. Yanında takım elbiseli, kravatlı bir köpek duruyor. İnsan boyunda bir köpek. Ayakta. Piyangocunun sekreteriymiş. Yarım çerçeve gözlüğünün üstünden beni süzüyor. Bana hiç güvenmiyor. Sarı bir klasörü göğsünün üstünde sarıp sarmalamış. Put gibi kıpırdamadan dikiliyor. Ağzını açıyor neden sonra. Altın bir dişi var. Git haydi, diyor bana. Oyalanma. 
Bakınıyorum etrafıma, torbaları almak için eğiliyorum. Başımı kaldırdığımda piyangocu yok olmuş. Masa başında bir penguen var. Çölden yeni geldim, bana bir bardak buz getir, diyor. Gidip bir kavanoz pembe buz getiriyorum. İçeride kimse yok. Odanın bir duvarı yıkılmış. Oda sokağa açılmış. Kavanozdaki buzları yanmakta olan sobanın içine döküyorum. Torbalar elimde, sokağa çıkıyorum.
Görev başındayım. Dik bir yokuştan salına salına aşağıya iniyorum. Eski püskü, yıkık dökük evler arasında. Dar mı geniş mi olduğu anlaşılmayan bir sokak. Gündüz mü gece mi belli değil. Geceyle gündüzün çocuğu bir zaman.
Bir evin taştan basamaklarına bir kadın oturmuş. Mavi renkte deri bir ceket dikiyormuş. Yüzüme bakıyor. Elimdekilere bakıyor. Yüzüme bakıyor. Elimdekilere bakıyor. Torbaları ver, ceketi al, diyor. Görev mörev… Veremem. Ayağa kalkıyor. Elinde kocaman bir örgü şişi. Altın gibi parlıyor. Üzerime üzerime geliyor. Hınzır hınzır gülüyor. Korkuyorum. Elimde bunca yükle nasıl kaçarım? Sağıma soluma bakınıyorum. Sırtında okul çantasıyla bir penguen yanımdan geçip gidiyor. Dikkatim dağılıyor. Kadından tarafa bakıyorum yeniden. Kadın benim iki katım uzunluğa erişmiş. Eğiliyor üzerime. Pis pis sırıtmaya devam ediyor. Altından bir diş ağzında parlıyor. Elindeki şişi havaya kaldırıyor. Ben kendimi darbeye hazırlamak için büzülüp kasıldığım sırada şiş sağ elimdeki torbaya iniyor. Torba deliniyor, yırtılıyor. Dönüyor, öbür elimdeki torbayı deliyor, yırtıyor. Dehşet!
Torbadan dökülen rakamlar yokuş aşağı yuvarlanıyor. Telaş, korku, panik… Yüreğim ağrıyor. Soluğum soğuğa kesiyor. Ne yaparım şimdi? Köpek beni ısıracak. Rakamların peşi sıra yokuş aşağı koşuyorum. Gürültüyü duyup evlerinden dışarı çıkan insanlar sokağa saçılan rakamları yağmalıyor. Herkes rakamları kapışıyor. Durun, yapmayın, diye bağırmak istiyorum. Sesim çıkmıyor. İnildiyorum. Birkaç kişiye yumruk tekme atıyorum. Belimde cop varmış. Çıkarıp savuruyorum. Darbe vurduğum insanlar parçalanıp çoğalıyor. Ben vurdukça sayıları artıyor. Öfkeden çıldırmak üzereyim. Birisi düdük öttürüyor. Bekçiymiş. Herkes dağılıp ortadan kayboluyor. Bekçi geliyor. Elindeki düdüğü bana veriyor. Kendi işini kendin hallet artık, diyor. Düdük elimde salyangoza dönüşüyor. Kanatlanıp uçuyor.
Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yapacağını bilmiyor. Yere bakıyor. Sadece dört tane rakam kalmış: Bir tane “6”, bir tane “3”, iki tane de “0”. Rakamları yerden alıyor. Başını kaldırıyor. Depo gibi bir yerdeymiş. Önünde geniş bir masa varmış. Elindeki rakamları masaya koyuyor. Sürekli yerlerini değiştiriyor. Gizemi çözmeye çalışıyor.
3-0-6-0
6-0-3-0
3-0-0-6
6-0-0-3
0-6-3-0

06.30
Cep telefonunun alarmı çalıyor. Bas üstüne! Saat değil ki bu! Olsun, sen bas! At elini üstüne, parmakların tuşlardan birine rastgele dokunur, alarm durur. Bas! Nerede?
Yatakta yüzükoyun yatıyor. Sağ eli yastığın altında. Karanlıkta telefonu bulmaya çalışan sol eli komodinin üzerinde kararsızca dolanıyor. Arıyor. Bulamıyor. Arıyor. Telefon, bulmasına yardımcı olmak için ses düzeyini daha da arttırıyor.
Yüzü yastıktan ayrılmak istemiyor. Sonunda telefonu buluyor. Başını yastıktan kaldırmaya çalışıyor, olmuyor. Yüzünü zar zor telefondan yana döndürüyor. Ekranın parlak mavi ışığı, kısılmış gözkapaklarının arasından incecik boşluklar bulup içeri sızıyor. Işık, gözkapaklarının alt ve üst kısmına ellerini geçiriyor, açıyor, açıyor. Gözleri acıya acıya açılıyor. Ekranda sarı bir çan sağa sola sağa sola sağa sola sağa sola titreşip duruyor. Bir tuşa dokunuyor. Melodik böğürtü susuyor. Telefon yazılı olarak soruyor: “Alarmı beş dakika sonraya erteleyeyim mi?”
Öylece bakıyor. Ne yapmak istediğini bilmeksizin, bir şey yapması gerektiğini bilmeksizin bakıyor. Donmuş gibi. Katılaşmış gibi. Varlığına dair bir farkındalıktan yoksun, bakıyor.
Birden gözlerinde bir şişmek çakıyor. O ana kadar sakin olan zihninde birden bire sert titreşimler oluşuyor. Kim olduğu, nerede olduğu, her gün neler yaptığı ile ilgili tüm bilgiler müthiş bir hızla beynine yükleniyor. Yığınla veri depolanıyor. Beyninin acıdığını hissediyor. Telefon sorusunu yineliyor: “Alarmı beş dakika sonraya erteleyeyim mi?”
Hayır!
  Bir kabus mu tüm bu olanlar?
  Kabus olsaydı biterdi.
Hayır!
Parmağını telefonun üst kısmına doğru sürüklüyor. Üstteki düğmeyi buluyor. Düğmeye basıyor. Telefonun ekranı dehşete kapılmışçasına kararıyor. Telefon ölüm sessizliğine bürünüyor. Telefonu komodinin üstüne çarpıyor. Arka kapak açılıyor. Telefon, arka kapak ve batarya ayrı ayrı yerlere fırlıyor. Karanlık odanın görünmeyen köşelerine doğru kaybolup gidiyor.
Yorganı üstüne çekiyor. Yorganın uç kısmı, dudaklarına sıcacık bir öpücük konduruyor.
Yatağın derinliklerine çekiliyor bedeni. Yeryüzündeki en huzurlu mekana tatlı tatlı gömülüyor. Kuş gibi hafifliyor. Her bir hücresi uykuyla dolmaya başlıyor. Yeni doğmuş bir bebek gibi şimdi. Gözleri kapanırken gülümsüyor. İlk kez. Bir sabah vaktinde. Gülümsüyor. Bebekler gibi. Uykuya dalıyor.
Uyuyor.
Uyuy...
Uyu…
U…
...