16 Mart 2012

AĞIT


Ağıt yükseliyor taşıdığı ağırlığa rağmen, ağır ağır.



Kaybettim. Ağıt yakıldı.

Kaydettim. Ağıt yazıldı.

 

Ben sonradan elde ettiğim bir şeyi değil; en başından beri bende olanı, benim olanı, ben olanı kaybettim. 

 

Kaçınılmazlık.

Kazanılmazlık.

 

Bir ağıt var benim için. “Neden?” değil, “Ne?” sorusu sorulmalı ilkin. Bir ağıt var. Satır aralarında, titreşen söz uçlarında, ağır göz kırpışlarda, tereddütlü dokunuşlarda, otomatikleşen adımlarda, derin derin solumalarda, serin serin susuşlarda, yanan avuç içlerinde, soğuyan gülüşlerde, gökyüzüne atılan kısacık bakışlarda, kaldırım taşlarını ezberleyişlerde, arka sokakları mesken tutmalarda, parlayan tütün alevinde, zorunlu yanıt vermelerde, sorunlu kanıt göstermelerde, herkesten uzaklaşmalarda, her şeyden vazgeçişlerde, her yerden kopuşlarda, çatırdayan köklerde… Gitmek, hep gitmek, durmaksızın gitmek, bilmeksizin gitmek, kimsesiz gitmek, yol haritasız gitmek, kaçarcasına gitmek, akarcasına gitmek, gitmek için gitmek isteyişlerde…

Ağıt yükseliyor taşıdığı ağırlığa rağmen ağır ağır.

Ağıt ağır ağır ağ atıyor.

Ağıt ağır ağır ağlatıyor.

Ağğ!

 

Kenarları yukarı doğru kıvrılmış eski bir çıkartmayım yaşam denen zorunlu dersin kitap kapağında. Küçülmüş bir kurşun kalemin kırık ucu. Silmekten aşınmış, biçimsizleşmiş ve kirlenmiş silgi. Kırık cetvel, rengine başka renkler karışmış pastel, küflenmiş besinleri saklayan beslenme çantası. 

Keşke yalnızca atlas olsaydım. En uzakları bile barındırabilseydim. Gitmek arzusu… Gitseydim. Kaybolsaydım. Arzumun ellerinde oyuncak olabilseydim. Kayıp ve oyuncak.

Avuçlarıma denizler sunulmuş da ben mavilikleri çöllere dökmüşüm sanki. Güneş başıma taç yapılmış da ben karanlık uykulara dalmışım. Bir hazine teslim edilmiş, gömdüğüm yeri unutmuşum. Bir rüzgar vermişler emrime, kendimi savurmuşum. 

Yalan söyleyen bir imam gibiyim; imamlığıma güvenip yanaşsın mı insanlar, yoksa yalancılığıma kızıp linç mi etsinler? Kan görmekten korkan bir doktor gibiyim; çare mi istesinler, korkumdan mı korksunlar? Hesapları karıştıran mühendis gibiyim; diktiklerimi mi yuhalasınlar, yıktıklarımı mı alkışlasınlar? Silah kullanmayı bilmeyen asker gibiyim; yanlışlıkla vurulmadıklarına mı şükretsinler, hedefleri ıskalamış olmama mı öfkelensinler? Dil bilmeyen elçi gibiyim; zeval olsun mu, olmasın mı? Bildiklerini unutmuş bir öğretmen gibiyim; kimden, ne öğreneyim? 

Bir ağıt var bu dünyada benim için. Fark etmese de kimse bir ağıt yakılıyor her sabah. Boğazımda demleniyor, göğsümde soluklanıyor, gözlerimde geziniyor. Ruhumdan besleniyor. Beslendikleriyle yükleniyor. Yüklendikleriyle yükseliyor. Sonra her şeyin üzerine yağıyor ağır ağır. 

Huysuz ve kavgacı yaşlılara benzeyen o yüksek ve köhne apartmanların arasından ağır ağır geçerken her sabah ben, hepsi bırakıyor kavgasını. Hiçbir konuda anlaşamayan hırgürcü apartmanlar susuyor, ağıdı dinliyor. İçlerindeki ölü yaşamları kusmak istiyorlar pencerelerinden dışarıya, daha çok yutabilmek için.

Car, car, car, cur, cur, cur! Çarçur etmek zamanı… İnsanlar niye ısrarla ve inatla aynı şeyleri konuşup duruyorlar car, cur, car! Hararetli konuşmaları anlamam ben. Carcurcayı bilmem. Dilim dönmez. Ara bulucu olamam, ara bulamam. Arar bulamam. Karar veremem. Kaçar gidemem. Bir yığın ikna işitirim. Kanar, yine kalırım. Kanar, kanımı dindiremem.

Kan var ellerimde! Ereklerimi ve emeklerimi hakladım gerekler ve gerçekler uğruna. Kandan korkum yoktu, artık var. Kendi kanımdan korkuyorum. Her şeyi kırmızıya boyamaktan. Korkuyorum. 

Susuyorum, susarsa ölecekmiş gibi konuşup duran ağızlara karşı. 

Susuyorum, kana kana içtiğim zamansız yağmurlara karşın.

Biliyorum, ellerimin kesintisiz çabasıyla şekil bulabilen çamur gibiyimdir. Ellerim yorulursa eğrilirim ben. Bırakırsa dağılırım. Unutursa ölürüm. Beklemeyin boşuna. Ellerim ancak kendimi şekilde tutmaya yarar. Sizin için bir şey yapamaz. Anlamıyorsunuz. Tek avuntum bu. 

Savaş meydanlarında en çok kendime meydan okurum. Kendime gözdağı verir, kendimden korkarım. Sonra kendimle barış antlaşması imzalar, mürekkep bile kurumadan yine savaş açarım.

Rüyalarımda, görkemli kılıcını göğe yükselten savaşçı bir kral görürüm. Yüce yüce duvarlar örer kutsal bildiği ülkesinin sınırlarına. Kimse giremez. Yıkmayı düşünmek bile cesaret gerektirir şöyle en gözü karasından. Karanlığı en yüce olan kral, tüm düşmanlarındaki gözü karalığı da karanlığı da kararlılığı da çeker alır. Yüksek tahtına kurulur savaşçı kral, kısık ve emin bakışlarla ufku izler. Bilgece gülümser. Kimseye nasip olmayacak karanlık bir huzuru solur. Karanlığın korkulacak değil, güç alınacak bir şey olduğunun tek kanıtı ve anıtıdır. Başında güneş tacı, avucunda gökçe bir deniz vardır. Hazinesi zenginlik değil, yetkinliktir. Rüzgarlar, özgürlüğünü ve özgünlüğünü besteler. Rüyamda bir kral görürüm kendisine hükmeden. 

Uyanırım. Mahmurluğumdan kurtulamam. Rüyamdaki kraldan utanırım. 

Uyanırım. Mahkumluğumdan kurtulamam. Esaretim cesaretimi emer, usanırım. 

Uyanırım. Mahrumluğumdan kurtulamam. Sözlerim buğulanır, ufalanırım.

 

Yoklarım, yokluklarım, yoksulluklarım, yoksunluklarım… Yok oluşlar… Peki, ne var? Bir ağıt var benim için bu dünyada. Bir gün susacak ben tamamen sustuğumda.