4 Mart 2012

ÖYKÜLERİ YAKIN


Yakınmalarla dolu öyküler, yakılmayı hak eder.



Ben yaşamı değil, yaşama uğraşını anlattım. Yaşam bizi taşımaz, biz yaşamı taşırız ve bu çok yoran, yıpratan bir uğraştır. Emeğinin karşılığı ise, yaşamaktır.
“Sen ne yaşadın?” demeseydin konuşmayacaktım. “Ne yaşadın?” değil, “Ne yaşardın?” olmalıydı soru ve bu artık seni hiç ilgilendirmiyor.
Ben birçok öykü anlattım size. Korkunç, karanlık, gerçeküstü, çıkmaz sokaklı, sözcüklerin birbirini boğazladığı, kılıç seslerinin kulak zarlarını zımparaladığı… Derin kuyuya atılan kocaman bir taşın çıkartacağı küçücük sesin merakla beklendiği… Delilerin ve akıllıların birbirine karıştığı… En kudretli şövalyelerin bir tüy darbesine kurban gittiği… Kendi boğuk çığlıklarıyla kulakları sağır olanların acı acı kıvrandığı… Toplumsal Gerçekler Ülkesi’nin diktatör yönetimince darağacına gönderilen Hayal’lerin kapkara kanayan gölgelerinin bir bir toprağa düştüğü…
Haydi, haksızlık etmeyeyim; kimi zaman da aydınlık, mutlu, umutlu… İtiraf ediyorum, mutlu ve aydınlık öykülerin hiçbiri benim değildi. İnanmayarak anlattım. Anlattım çünkü bunlara ihtiyacınız vardı o an. Ben yalnızca bir aracıydım.
Benim öykülerim karanlığa çıkar. Siyaha ve karanlığa haksızlık etmiş, onları öcü bellemiş Toplumsal Gerçekler Ülkesi’nde anlatmak zordu bu tür öyküleri. Bu gerçekleri/gerçeklikleri bile bile dinlediniz beni hep. Her şeyin farkındaydınız. Masalın sonunu merakla bekleyen bir çocuğun bakışları yoktu gözlerinizde hiç. Anladım.
Ben birçok öykü anlattım size. Kimisi aslında sizin yaşadıklarınızdan çok da farklı değildi. İnsan aynaya bakmayı sever. Siz de benim anlattıklarımda kendinizi izlemeyi sevdiniz. Her ayrıntıya takılıp sorular sormanızdan, kesik kesik dinleme alışkanlığınızdan anladım. Bir de her bozuk varsaydığınız şeyleri yerli yersiz düzeltme uğraşınızdan…
Ben birçok öykü anlattım size. Kimisi yüksek perdeden… Duymak istedikleriniz değildi hiçbiri. Ebeveynlerin, öğretmenlerin anlattığı masallarla büyüyen kulaklara layık değildi. Kişisel gelişimcilerin ortaya karışık salataları değildi size sunduklarım. Benden insanlığın ezikliklerini, yalnızlıklarını, yoksunluklarını, iğneyle kuyu kazışlarını, ağrılı çaresizliklerini dinlediniz. Sanatın, edebiyatın, müziğin ve daha birçok şeyin işte tam da bu eksikleri doldurma, yanlışları düzeltme telaşı/uğraşı olduğunu söyledim. İnanmadınız değil, inanmak istemediniz. Dinlerken gözlerinizi sağ alt tarafa kaydırmanızdan anladım.
Beğendiniz, beğenmediniz. Onayladınız, onaylamadınız. Takdir ettiniz, küçümsediniz. Hoşlandınız, rahatsız oldunuz. Sevdiniz, nefret ettiniz. Tüm anlatılanların geçici olduğunu düşündünüz. Yazık! Doğru sözcük, "seçici" olmalıydı. Yanıldınız.
Şimdi o öyküleri bırakıyorum size. Herhangi bir öyküye ayrıcalık tanıyıp diğerlerinden üstün tutmayın. Haksızlık etmeyin hiçbirine. Uyumadan önce dinlenen masal gibi olana da uyku kaçıran bir karabasan gibi olana da… Bir kere anlatın istediğiniz herhangi birine, sonra unutun. Sizden çıksınlar. Kurtulun. Arkanıza bakmadan kaçın. Anlatamadıklarınızı umudunuzun ateşiyle tutuşturup yakın zihninizin en kuytu köşesinde. Yakın!
Meraklanmayın. Ben üstüme örterim karanlığı.
Yine sorduğun için söylüyorum: Ben paylaşmak için anlatmadım. Yol göstermek, gözden kaçırılanlara dikkat çekmek, bir gizemi açıklamak için değil. Haddimi bilirim. Çünkü Sınır’ı gördüm. Modern zaman bilgeliği… Bu, öyle bir bilgelik ki yalnızca insanın kendisini kurtarır. Başka kimseye merhem olmaz söylenenler. Dahası, küçümsenirsin küçük kalmışların gözünde.
Ben paylaşmak için anlatmadım.
Ben anlatmak için paylaşmadım.
Ben yalnızca anlattım.
Yalnız/ca.