Her görsel konuşur herkese farklı dilde.
“Körler memleketinde görmek bir hastalık sayılır.”
(Cenap Şahabettin)
Hayat adaletsizdir. Sıcacık evinde bir çocuğun parmakları piyano tuşları üzerinde gezinirken aynı anda başka bir yerde başka bir çocuğun parmakları çöpteki cam, plastik ve kağıt atıklar üzerinde gezinir. Hangi atık daha çok para edecektir?
Ne o çocuk çöpleri eşelemeyi hak etmiştir ne de piyano başındaki çocuk orada olmak için bir emek harcamıştır. Her şey sadece rastlantıdır, şans ve şanssızlıktır. Tesadüfen düşmüşlerdir o hayata. Tam tersi de olabilirdi, çöpçü çocuk piyano başında.
Hayvanlar için bile ciddi adaletsizlikler söz konusudur. Bilmem kaç vitaminli ıslak mamasını keyifle yedikten sonra sıcak ve yumuşak minderinde uyuklarken bir kedi, aynı anda başka bir kedi buz gibi soğukta çöpleri eşeler. Çürümeye yüz tutmuş hangi yemek artığı daha tok tutacaktır?
Bize düşen, bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmak; en azından dezavantajlılar lehine seyreltebilmektir. Koşulları tam eşitleyemesek bile dengeyi dezavantajlılar lehine değiştirmektir. Konuşmayana, konuşamayana ses olmaktır. Yalnıza, yalnız hissedene kalabalık olmaktır.
İnsanın en büyük sorumluluğu adil olmaktır. İnsanın en büyük yükümlülüğü eşitsizlikleri gidermektir. İnsanın en büyük devrimi adaleti sağlamaktır. Kimsesizlerin kimsesi olmak hayattaki en yüksek mertebedir. Gerisi arkadan gelebilir.
İnsanlar uykudayken eşittir. Düşsüzken. Yattığı yeri bilmezken. Kimse kimseyi görmezken. Sonsuzcasına süren karanlıkta. Yarı ölmüşken. Bilinçsizliğin gerçek anlamında. Varlığından habersizken kendinin ve herkesin. Tüm bilinçler kapalıyken eşittir insanlar. Gözlerini açana kadar.
Bir şey beklemediğin bir duraktasın. Senden yana bir şey yok hayatın duraklatılmışlığında. Gelecek yok. Cenin olup uyumuşsun. Doğacağın bir yeni yok. Belki de hiç doğmamışsın. Saçlarına yabancılaşmışsın. Görünmezlik senden yana. Afili vaatlerle aranda umut geçirmez bir cam.
Hayatın kenarında salıncakta ağır ağır sallanacak olan beni, koşturulup da bir yere varılamayan düzeninize dahil etmeye nasıl karar verdiniz acaba? Gönüllü köleliğinize ortakçı olmayı benim de istediğim kuruntusuna nasıl kapıldınız? Aranızda gezinen avatarıma ne ara inandınız? Beni rahat bırakmanız için görünüşte size benzerim ama sizden değilim. Siz değilim. Neslim Diyojen’e uzanır. Bir tek ona karşı mahcubum. Bir tek ona!
Yeni ihtiyaçlar ürettik. Hemen al! Başkaları alıyor, al. Bu güncel değil, güncelini al. Modası geçti, modasını al. Yenisi çıktı, yenisini al. Bu devirde alınmaz mı, al. Her eve lazım, al. Bunu da almayan var mıdır, al. Başkasına aldır, sen de al. Sistem başka türlü dönmez, dön de al.
Kartla temassız ödeme sesi huzurla dolduruyor gönülleri.
Yalnızdım, yalnızdın, karşılaştık.
Artık yalnızız.
Hayat Bazen
Elden geldiği kadar. Elde kaldığı kadar. Eldeki var kadar. Eldeki kâr kadar. Elde var 1 kadar. Olduğu kadar. Olacağı kadar. Azı karar, çoğu zarar kadar. Doluya koydum almadı boşa koydum dolmadı kadar. Gittiği yere kadar. Durduğu yer kadar. Bana kadar.
Bazen Hayat
İnsan kabuklu bir canlıdır. Özünü saklamak ve korumak için zırh gibi giyinmiştir kabuğunu. Görüntüsü ve sesi saklar gerçeği. Kostümle gezer, rollerini oynar hayat tiyatrosunda. Gerçekte kim olduğunu öğrenmek için kabuğunu sıyırmak gerekir. Bazen kendisi yapar bunu, bazen karşısındaki. Bazılarınınki de çok serttir, kırılmadan açılmaz. Büyük bir travma yaşar veya çok ağır bir darbe alır, kırılır kabuğu. O zamana kadar onu tanıdığını sananlar onunla gerçekten tanışırlar.
Bolca anlam yükleyip değerlerini arttırdığımız cümlelerimiz, artık başka bir dünyaya aitmiş gibi duran eski dünyadaşlarımızın ifadesiz yüzlerinin altında saklı duran önemsemeyişlerine / ciddiyetsizliklerine çarparak dağılıp gidiyor. Kesişim kümesiz oturuyoruz. Yalnız/ca. Tanıdık yabancılarız birbirimiz için. Gerçekte parasal bir değeri olmadığı halde manevi değeri var diye saklanan eşyalar gibiyiz. Her gün yinelenen sıradan eylemler gibi birbirimize karşı edimlerimiz. Orada burada denk geldikçe selamlaşılan bir apartman sakiniyle asansörde karşılaşıldığında uzadıkça uzayan o kısacık zaman diliminde konuşur gibi konuşuyoruz. Arka arkaya yinelenince anlamsızlaşan sözcükler gibi anlamsızlaşmışız. Seansın bitmesini bekleyen bir psikiyatristin ilgi ve merakı kadar dinleyebiliyoruz birbirimizi. Görev ve sorumluluk gereği. Bizi bir zamanlar uçuran uçağı şimdilerde çekiştirerek sürüklüyoruz peşimizden. Arkamızda kimse yok. Önümüz rastlantısız.
Bir Jigsaw (Testere) oyununun içine hapsoldum. Her şeyimi feda ettim ama çıkamadım içeriden. Çıkış vaadi gerçekçi bir yalanmış. Anladım. Çıkışsız bir oyunun içinde eksilmeye ve eskimeye devam ediyorum nicedir. Unutuyorum kendimi azar azar. Büyük bir oyuncunun oynadığı oyuna dönüşüyorum. Özne olmaktan çıkıp nesneye indirgeniyorum. Edilgen eylemlerin sözde öznesiyim.
Seni tekrarladıkların aşındırıyor. Zorunlu rutinlerin eritiyor hayatını. Görevler, sorumluluklar, yükümlülükler, zorunluluklar... Kaçabilme seçeneğin varken bilerek yakalanıp da yüklendiğin her şey törpülüyor seni. Lades demeden tuttuğun her şey... Geriye kalan kırıntıları didiklemeyi yaşamak sanıyorsun/sayıyorsun. Gönüllü kölesi olduğun her şey seni tüketiyor. Zorunlu seçmeli ders gibi seçtiğini sandığın ama aslında seçmediğin her şey... "Eh, hayat bu!" dediğin hiçbir şey hayat(ın) değil. Hayatın, tüm bunlardan arta kalanlar sadece. Bir avuç avuntu.
"Hayat bu." dediğiniz hiçbir şey hayat değildir. Para kazanıp geçim sağlama uğraşları, geleceği kurmak adına yığınak yapmak, peşinden koştuklarından deli gibi kaçmak, ardına bakmadan kaçtıklarına bilinçli olarak yakalanmak, akıbeti meçhul biriktirmeler, seve seve alınan kararların yarattığı derin pişmanlıklar, sıkıla sıkıla alınan kararların yarattığı sığ bıkkınlıklar, hiç gereği yokken yapılan değişiklikler, tepeden düşer gibi gelen sorumluluklar, isteksizce yerine getirilen görevler, kaçınılmaz döngüler, mesaiye bağlanan tekdüzelikler, bağımlılığa dönüşen alışkanlıklar, çevrenin beklentilerini karşılamak için girilen sosyal roller, tüm şanssızlıklar ve açmazlar, çıkmaz sokaklar, davranışları ve dış görünüşleri toplumsal şablonlara uydurma çabası, bile isteye tercih edilenlerin zamanla sıkıcı zorunluluklara dönüşmesi, iplerin kaçan uçları, “Başına dönebilseydim asla böyle yapmazdım.” denilen her şey… Hepsi. Hepsinden sonra sanki son sözler söylenircesine ve yorgun bir nefes verişle “Eh, hayat bu!” dediğiniz hiçbir şey hayat değildir. Hayat, tüm bunlardan arta kalanlardır. Daha iyimser bir tespitle hayat, tüm bunların dışındadır. Cümlenin başına “işte” sözcüğünü getirip bastıra bastıra ve tüm kalbinizle inanarak “İşte, hayat bu!” dediğiniz her şey hayattır.
— Hayatı paylaşacağın biri olmalı.
— Niye? Hayatımı bölüşerek niye azaltayım? Tamamı benim olacakken niye başkasıyla paylaşayım? Tek sahibi ben olacakken niye ortakçı kabul edeyim? Niye daha azıyla yetineyim. Ben hayatımın oburuyum. Hayatım hayırseverliğe açık bir konu değil.
Hayatımı akmayışına bırakıyorum.
tüm geçmiş benim
sanki
sırtımda yükselen yük
ayağımın altında gölge
parmağa dar gelen yüzük
geri dönüş yolunu bulup kapına gelen kedi
bitmeyen saygı duruşu
saklambaçta sonsuzdan geriye sayan ebe
imzasız dilekçe
sanki
tüm geçmiş benim
ve ben
hiçbir geleceğe ait değilim
İmayla, edayla gelme bana. Artık. Geçti. Bitti. Niyet okuma yazmam yok benim. Vücut dili cahiliyim. Sözden anlarım yalnızca. Bulutsuz gecede inen ayaz gibi apaçık sözden.
ve
Homurtulu bir yanardağ gibi durma karşımda!
Yanacaksan yan!
Yakacaksan yak!
İkisi de aynı yere çıkar nasılsa.
Öyle büyük bir hapishanedeyim ki unutuyorum bir hapishanede olduğumu. Kararlar alıyorum, seçimler yapıyorum, özgürüm sanıyorum, unutuyorum mahkumluğumu. Gel kurtar beni ben atlamadan. Kahramanlar niye hep erkek? Oysa ne çok yakışır bir kadına kahraman olmak. Gel kurtar beni.
















