30 Aralık 2024

SERBEST ATIŞ

 


Atış serbest! Ben başlıyorum...


BİRİNCİ ATIŞ: 10 PUAN 

 

Siz benim süper kahraman olduğum savına ne ara ikna oldunuz? Siz beni süper kahraman olduğum savına ne ara ikna ettiniz? Süper değil(d)im. Kahraman değil(d)im. Bu yalanlaşmamızdaki amaç/kazanç neydi? 

Sırtımdan sarkan pelerin sanrısı görmeniz psikolojik bir sorundu oysa. Varsanılarınızı üzerime kostüm gibi giydirirken bunun gerçek olmasını mı umuyordunuz yoksa gerçek olduğunu mu sanıyordunuz? 

Kıyıda köşede kendi halinde bir izleyici olan ve öyle de kalmak isteyen bana başroller biçmenizdeki itki tam olarak neyden besleniyordu? Bu inancın ve güdülenmişliğin kaynağı neydi? Görüleriniz böylesine çarpık, seçimleriniz böylesine kötü, inancınız böylesine temelsizken hayat yolunda doğru bir karar alabildiniz mi bari?

Çocuksu iyimserliğiniz, ışık hızındaki güveniniz, hava gibi kapsayıcı/kaplayıcı umudunuz herkese kişilikler biçip dikiyordu. Görülene değil, görülmek istenene odaklıydı merceğiniz. Kesin/keskin istersenyaparsıncılığınız, olanı bağlamından koparıp oldurulan yapma iştahınızı körüklüyordu. Bomboş riskler alan, öngörüleri kötü bir yatırımcı gibiydiniz. 

Yazık ki her şey yanılsamadan ibaretti. Gerçek değil sahte, özgün değil kopya, varlık değil gölge, doğal değil yapay, öz değil bozunmuş bir “ben” avatarına bakıp durdunuz yıllarca. Bakmayı da sürdürüyorsunuz ısrarla hâlâ. 

Benim de hatalarım, boş bulunmalarım, duygularıma yenik düşmelerim, içgüdüselliklerim, tekinsizliklerim, hesapsız kitapsızlıklarım, donkişotluklarım olmuştur elbette. Sizi yanıltıp bende bir süper kahraman kumaşı görmenize neden olacak eylem ve söylemlerim olmuştur. Bazen izleyici köşemden sahnedekilere laf atmışımdır beklenmedik biçimde. İstemeden dikkatleri üzerime çekmişimdir. Anlık bir parıltı yaymışımdır. Tek gollük forvet olmuşumdur. İlk fırsatta kolumdan çekiştirip sahnenin ortasına dikmeniz gerekmezdi yine de.

Siz büyük büyük sıfatlar ve yakıştırmalar yükledikçe üstüme ve bu etiketlerden cesaret alıp büyük büyük sorumluluklar ve görevler verdikçe yakınımdakiler, ben de kendimi bu orta oyununa kaptırmış olabilirim. Ben de suçluyum en az sizin kadar. Bana yüklediğiniz yalana sizi inandırdığım için.

Kahraman rolü, arkadaş rolü, komşu rolü, meslek çalışanı rolü, evlat rolü, erkek adam rolü, yurttaş rolü, örnek insan rolü, adanmışlık/adaklık rolü… Yakıştırdığınız ve özenle diktiğiniz tüm rolleri giyindim üstüme. Esrarına kapılmıştım bir kere bu oyunun. Standartların çok üstünde bir yere konuşlandırdığınız o “ben” karakterine ben de inanmıştım. Bağımlılık yapan bir madde gibi etkisine kapılmıştım. İster olmuştum. 

Kenarda duran sessizlikten merkezî cümbüşe, standart varoluştan premium varoldurulana, başlangıç düzeyinden üst düzeye geçişime böylesine heveslenen bir tarikatın yüksek inançlılığına/bağlılığına karşı kayıtsız kalamamıştım. Fabrika ayarlarıyla aldığınız “ben”i özelleştirdiniz, yeniden ayarladınız, güncellediniz. “BEN 1.0”ı “BEN 4.0”a yükselttiniz.

Rollerimi öylesine iyi ezberlemiş ve benimsemiş, öylesine iyi sergilemiştim ki bir süre sonra hepsinin rol ve replik olduğunu unuttunuz. Sonra ben de unuttum. Unutuştuk. “Oldurduğunuz ben” artık “olan ben”di hepimiz için. 

Geçmişi silinen ve yeniden programlanmış bir tür biyolojik robottum artık. Öyle ki robot olduğumu unuttum, unutturdum hepinize. Ara sıra durmalar, takılmalar, kopmalar, devre dışı kalmalar oluyordu. Kısa süreli performans düşüklükleri baş gösteriyordu. Bir şekilde düzelip toparlıyordum. Yenilenme hızım iyiydi. 

Yıllar geçti… Başlardaki performansım giderek düştü. Sorunları çözme becerim gerilemeye başladı. Arızalar sıklaştı, bakımda kalma süreleri uzadı. Metal yorgunluğu oluştu. Bin bir dokunuşla oldurduğunuz “ben”, yani şizofrence bir bakışla görülebilecek o “ben”, yani optik yanılsamanın yansıması olan “ben”, sıfatlarını taşımakta zorlanmaya başladı. O parlak etiketler bir bir kopuyor, düzeltme yamaları işlevsizleşiyordu artık. 

Parça parça soyuluyordu boyalarım. Cilam bölge bölge matlaşıyordu. Her geçen süreçte artıyordu memnuniyetsizliğiniz. Müşteri hizmetleri çağrılarınıza yanıt veremiyordu çoğunlukla. Oluşturduğunuz arıza kayıtlarınız gecikmeli olarak işleme konuyor ya da bir süre sonra siliniyordu. Frankensteinvari yaratımınız ölüyordu her geçen mevsim.

Tüm roller lime lime dökülürken üstümden ve repliklerimi sözcük sözcük unuturken ben, telaşla başlattığınız hiçbir kurtarma prosedürü işe yaramadı, yaramıyor. Bende gördüklerinizi taşıyamıyorum. İstemsizce silkeleniyorum ağırlıklardan. 

Bukalemuna benzeyen varoluşum da bir şey anlatmaya yetmedi size. Kalabalığa bırakılınca kalabalıklaşan, yalnızlığa bırakılınca insansızlaşan, eğlenceye konulunca coşan, suskunluğa konulunca lâl olan, ışığa bırakılınca parıldayan, karanlığa bırakılınca gölgeleşen, kahkahaya konulunca neşelenen/neşelendiren, hüzne konulunca mahzunlaşan, ortalığa bırakılınca dışa dönen, kenara bırakılınca içe çöken, rutinlerin dışına konulunca özgünleşen/özgürleşen, rutinlere geri konulunca katatonikleşen, denize bırakılınca balıklaşan, karaya bırakılınca ayak sürüyen, tutulunca var olan, bırakılınca kaybolan, özetle ortam ve koşullara göre vücut bulan bir tür bukalemun-insan oluşum da ikna etmedi sizi. 

Kazımaya başladım neden sonra kendimi. Kabuk kabuk sıyırdım. Lahanayı yaprak yaprak soyar gibi soydum. Bazen de başkalarınca soyuldum. Köklerim görünmeye, özüm kendisini göstermeye başladı. Sızlanmalarınız bu yüzden.

Fabrika ayalarına dönüyorum günden güne. Hiç dokunulmasaydım nasıl kalacaktıysam ona dönüşüyorum evre evre. Evrimsel sürecimi geriye çeviriyorum. Başlangıca gidiyorum. Tersten yürüyorum yolu yine.

Peki siz ne zaman ikna olursunuz süper kahraman olmadığıma? Kahraman olmadığıma? Olmadığıma? 

 


İKİNCİ ATIŞ: 8 PUAN

 

Çağrılmayınca sokağa çıkmayı unutan bir çocuktum ben. Anlam/önem yüklediniz bana, çağırdınız beni, çıktım dışarı. Akşam ezanı okundu, evlerimize döndük. 

Sonra taşındık biz, taşıdılar beni. Zile uzun uzun basmalarınız sonrasındaki sessizlik bu yüzden.

Hafızanızın kıyısında köşesinde belli belirsiz bir anıydım. Beni unutmamak için senaryolar yazmıştınız, roller vermiştiniz bana, konuşturmuştunuz beni. Yaş aldırıp büyüterek kurgusal bir karakter yaratmıştınız. Beni benden daha çok önemsemenizin, bana benden daha çok inanmanızın, benimle ilgili benimkilerden daha büyük ve görkemli hayaller kurmanızın, “ben” idealisti/aktivisti olmanızın motivasyonu nereden geliyordu?

Neden sonra kesişti yollarımız, aynı yere düştük. Ben, çocuk “ben”in istikrarlı devamıydım. Tüm olasılık öngörülerinin dışındaydım. Başlangıç noktasının biraz uzağındaydım. Yıllarca özene bezene kurup çattığınız karakteriniz ise çok yol almıştı zihninizde. Zerre kuşku duymadan üzerime geçiriverdiniz kurmaca “ben”i.

Üzerime kat kat giydirilen giysilerin altından yavaşça sıyrılıp sıvıştım. Giysi yığını dimdik duruyor hâlâ. Ona bakıyorsunuz. Onunla konuşuyorsunuz. Çakılı kalmasından şikayetçisiniz. Serzenişleriniz bu yüzden.

 


ÜÇÜNCÜ ATIŞ: 7 PUAN

 

Adamı sahneye sürüklediniz. Adam tam ortada hareketsiz duruyordu. Salondan gelip sahneye çıktınız, adamın ellerinden kollarından tuttunuz. Kukla oynatır gibi oynattınız, illüzyon gösterisi yaptırdınız. Muhteşem numaralar sergilettiniz. Kendi gösterinize kendiniz kandınız. Gösteriyi büyük bir coşkuyla alkışladınız. Birçok kez.

Zaman geldi geçti. Adamın sahneye çıkmasını istediniz yine. Adam sahneye çıktı, hareketsiz durdu. Gösteri yapmasını beklediniz. Adam öylece durdu. Şaşırdınız, söylendiniz, kaşlarınızı çattınız, hayal kırıklığı yaşadınız, sitem ettiniz, öfkelendiniz, şikayet ettiniz…

Adam sahnede hareketsiz duruyordu.



DÖRDÜNCÜ ATIŞ: 5 PUAN

 

Kuytu bir koyda dalgaların uzun uzun biçimlendirmekte olduğu bir kireçtaşı buldunuz. Sonucu görmeyi bekleyecek kadar sabırlı değildiniz. Oysa bir sonuç da olmayacaktı bekleseydiniz. Son biçimi olmayacaktı sonsuz süreçte. Değişimini görecek kadar vaktiniz olmayacaktı. 

Doğal ortamından alıp evinize götürdünüz, kafanıza göre kazıyıp törpüleyip biçim verdiniz, bir köşeye koydunuz. 

Şimdi ara ara gözünüze çarpan o şeyin ıssız koyda bulduğunuz şeyin devamı olmadığını fark edip beğenmiyorsunuz onu. İşçiliğinize çok güveniyordunuz oysa. 

Yerinde kalsaydı sonsuzluğa yayılarak ve tam da olması gerektiği gibi değişip/dönüşüp gidecekti. Görmeyi arzuladığınız şey için süreci hızlandırmanızın ise bir sonucu oldu: Zamanın donması.

Şey artık yok.

 

BEŞİNCİ ATIŞ: 4 PUAN

 

Gecekondunun yerine görkemli bir köşk yapmak istediniz. Farklı bir yöntemle işe giriştiniz, içini yapmayı en sona bırakacaktınız. Tüm ağır işleri bitirip iç ayrıntılara daha iyi odaklanacaktınız.

Alanı geniş kullanıp en dıştan inşaata başladınız. Önce bahçe duvarlarını ördünüz, sonra köşkün duvarlarını. Yapıyı yükselttiniz. Çatıyı bitirdiniz. Dış cepheyi boyadınız. Bahçeyi düzenlediniz. Sırada ince işçilik vardı, içini güzelleştirecektiniz. 

Kapıyı açıp içeri girdiğinizde yüksekçe tavanın altında gecekondunun durmakta olduğunu gördünüz. Şaşkınlıktan donakaldınız. O görkemli köşkün içinde gecekondu öylece duruyordu tüm köhneliğiyle.

Gecekonduyu yıkmayı unutmuştunuz. Gecekonduyu unutmuştunuz. Tepesine inşa ettiğiniz köşk, dışarıdan bakıldığında gizliyordu tüm gerçeği. Ne zaman ki içeri girdiniz, gerçekle yüzleştiniz. Yüksek estetik kaygılarla özene bezene yaptığınız muhteşem köşkün kalbinde duran bir gecekondu… 

Her şey orada bitti.

Her şey orada başladı.

 

ALTINCI ATIŞ: 2 PUAN

 

Tamirci dükkanınıza bir ayakkabı getirdiler. Hiçbir albenisi ve kendisine özgülüğü olmayan bir ayakkabıydı. Aşırı derecede sıradandı. Üzerinde işçiliğinizi gösterebileceğiniz bir şey değildi.

Birkaç onarımdan sonra karşınıza koyup izlediniz. Çok rahatsız edici bir basitliği vardı. Bir üreticinin ilk denemesi gibi duruyordu. Estetik yoksunuydu. Çok acemiceydi. Sadece giyilme amacına dönük bir üretimdi. 

Bu basitlik, bir yerlerini düzeltme ve yeniden tasarlama isteği uyandırıyordu insanda. Takıntı haline getirilecek kadar.

Öyle de oldu, takıntı haline getirdiniz. Kaliteli boyayla boyayıp defalarca cilaladınız. Her seferinde yetersiz buldunuz işlemi. Her seferinde daha çok boyayıp cilaladınız. Sonunda ayakkabının üstü boya ve cila katmanlarıyla kalınlaştı. Eski alelade görüntüsü gitti, göz alıcı bir biçim ve görünüm kazandı.

Zaman geçti. Ayakkabının sahibi emanetini almaya gelmedi. Ayakkabı camın arkasındaki yerinde öylece durmaya devam etti. Giyilmeye giyilmeye yıpranmaya başladı.

Üstünü kaplayan boya ve cila katmanları çatladı ilkin. Her çatlak giderek derinleşti ve genişledi. Bir süre sonra tüm kaplama döküldü gitti. Geriye rahatsız edici gösterişsizliğiyle basit ayakkabı kaldı. 

Emeğiniz boşa gitmişti. Bir ara siz bile inanmıştınız ayakkabının değiştiğine, kalitelendiğine, sınıf atladığına. Hepsi de sadece boya ve cilaydı. 

 

SON ATIŞ: KARAVANA

 

Kimseye anlatamadığım bir derdim var. Kimsenin anlamayacağı/anlayamayacağı bir derdim var. Anlatmak istemeyeceğim bir dert… Anlamak istemeyecekleri bir dert… 

Kimsenin anlamayacağı bir derdi yine de anlatsam anlatmış mı olurum, anlatmamış mı?

Çemberin çevresinde dolandırdım bunca zaman herkesi. Küçücük pencereler açtım, oradan göstermeye çalıştım. Eksik ve silik yazılar okuttum, netliği zayıf fotoğraflar gösterdim, ses kalitesi bozulmuş kayıtlar dinlettim. Kırıntı verdim. Kimseyi çemberin içine çekmeye cesaretim yoktu. İçeriyi görmeye cesaret edemezlerdi bilselerdi. Bilmiyorken nasıl bilebilirlerdi cesaret edip edemeyeceklerini?

Bir derdim var, tutarım içimde. Tutamam kimseyi içinde. 

Bir derdim var. 

İnsan, derdi neyse odur bazen. 

Anlatmayacağım. 

Anlamayacaklar.

Hiç.