19 Mart 2016

DÜŞÜŞ


Yaşadıklarının rüya olmadığına seni kim ikna edebilir?



Rüyamda yüksek bir binadan düşüyorum. Yere yakınlaşınca bedenimi kasarak çarpmanın şiddetine hazırlıyorum. Korku, öfke, çaresizlik, pişmanlık… Pişmanlık? Evet, pişmanlık hissediyorum.
Ara ara gördüğüm bir rüya. Gökyüzü bazen koyu lacivert, bazen koyu gri. Bazen bir teras oluyor durduğum yer, bazen genişçe bir balkon. Kenara doğru yürüyorum. Demirlere tutunuyorum. Aşağıya bakıyorum.
Niçin orada bulunduğumu bilmiyorum. Rüya orada mı başlıyor, yoksa başka bir yerden mi oraya gelmişim, bilmiyorum. Başka olaylar da yaşamış gibiyim ama ne olduklarını anımsamıyorum.
Aşağıya baktığım sırada dengemi yitirip boşluğa düşüyorum. Havada yüzüyormuş gibi çırpınıyorum. Korku, öfke, çaresizlik, pişmanlık… Yere çarpmamla birlikte uyanıyorum. Yine aynısı, diyorum. Aynısı olduğunu rüyadayken anlayamaz mıyım? Tekrarlanan bir rüyada olduğumu anlayabilseydim başka ayrıntılara odaklanırdım.
Çok iyi anımsıyorum. Çocukken iki kez rüyada olduğumu anlamıştım. Müthiş bir deneyimdi. Yatakta yattığımın, rüya gördüğümün farkındaydım. Yatar konumdaki bedenimi hissedebiliyordum. Çok acayipti ama gerçekti. (“Bu bir rüya. Her şey senin. Canının istediğini yapabilirsin.”)              
Rüyamda koyu lacivert gökyüzünün altında yemyeşil bir düzlükteyim. Uçsuz bucaksız bir çimenlik… Etrafta beyaz çitler var. Neyi ayırdıkları belli değil. “Şansa bak,” diyorum, “ilk kez rüya gördüğümün farkındayım, canımın istediği çılgınlığı yapabilirim ama etrafımda buna uygun hiçbir şey yok.”
Çitleri tekmeliyorum, parçalıyorum. “Hadi ama! Masal kaçkını fantastik bir yaratık bu gürültüyü duyup gelse ya! Acayip şeyler yaşasam. Tüm canavarları yensem. Süper güçlerimi kullansam.”
Cık! Olmuyor. Ne gelen var ne giden. Uçuk kaçık hiçbir şey göremiyorum. Manzara değişmiyor.
Oysa rüyalarımda, yani rüya olduğunu anlamadığım rüyalarımda, mekanlar aniden değişir. Bazen gerçek hayattaki bir mekanın çok geniş bir yansımasında bulurum kendimi. Eşyalar olması gereken yerlerinde değildir ve genelde bambaşka işler için kullanılır. Mekan aniden değişir yine. Bilmediğim başka bir mekana dönüşür. Bazıları hayal bile edemeyeceğim kadar ilginç ve büyüleyicidir. Muhteşemdir.
Bu rüyada ise hiçbir şey olmuyor. Yerde kırık dökük beyaz tahtalar… Sanki rüya gördüğümün farkında olduğum için böyle. Rüya gibi bir rüya olmadığı için.
Bir süre bekledim, yeşil düzlükte sağa sola koşturdum, sonra bu şaşırtmacasız rüyadan sıkıldım, kendimi kasarak uyandırdım. Evet, aynen böyle oldu. Tüm beklentilerimi boşa çıkaran bu “bilinçli” rüyayı kendi irademle sonlandırdım.
İkincisinde ise karaltılı binaların yükseldiği alacakaranlık dar sokaklardayım. Amaçsızca yürüyorum. Siyaha çalan lacivert gökyüzünü bölüm bölüm görebiliyorum.
Bir sokağın köşesinden dönüyorum. Karşıma bir çöp kamyonu çıkıyor. Şunu süreyim bari, diyorum. Kapı koluna elimi atacakken kamyon aniden hareket edip uzaklaşıyor. Kızıyorum.
Yürümeye devam ediyorum. Binalar gölge gibi. Kapıları yok. Pencereler kapkara. Vakit gece mi gündüz mü belli değil. Geceyle gündüzün çocuğu gibi bir zaman… Etrafta kimsecikler yok. İkinci kez rüyada olduğumun farkındayım ve yine heyecan verici bir şey yok. Sıkılıyorum.
Aklıma uçmak geliyor bir anda. Evet, uçmaya karar veriyorum. Düşersem rüya biter. Biliyorum. Biterse bitsin. Zaten ilginç bir şey yok. Kendimi yüksekten boşluğa salıveririm. Ne hızlı ne yavaş. Aslında yavaştan ziyade hızlıya yakın. Tam bir rüya düşüşü işte!
Karaltılı sokaklarda heyecanla koşturuyorum. Yüksek binalardan birinin mutlaka bir kapısı olmalı. Deli gibi aranıyorum. Sanki labirentin içinde peynire ulaşmak için koşturan fareyim. Aman, şimdi bunu düşünmeyeyim! Bu bir rüya, fareye dönüşmeyeyim.
Sonunda kapısı olan bir bina buluyorum. Rüzgar gibi içeri dalıyorum. Alacakaranlık bir koridordayım. Koyu gri duvarlar arasında koşturuyorum. Ayak seslerim yankılanıyor. Karanlığın ucunda bir ışık görüyorum. Hızımı arttırmak istedikçe yavaşlıyorum. Ağır çekimde koşmaya başlıyorum. Sanki denizin dibinde yürüyorum. Tam da sırasıydı! En olmadık zamanlarda başıma gelir bu gıcık şey!
Işığa zar zor ulaşıyorum. Bir asansör kapısı. İşte budur! İçeri giriyorum. Panoda rakamsız tek bir tuş var. Tuşa sertçe basıyorum. Asansör hızla yukarı çıkmaya başlıyor. Hızlandıkça hızlanıyor. Roket gibi fırlayacak mı ne! Neyse ki rüyadayım, endişelenecek bir şey yok.
Birden büyük bir gürültü kopuyor. Şaşırıyorum. Bir şeyler parçalanıp kopuyormuş gibi sesler duyuluyor. Halat… Halat kopuyor. Asansör hızla düşmeye başlıyor. Kabin sağa sola sürtünüyor, her yerden kulak tırmalayıcı metalik cayırtılar geliyor. Zar zor tutunuyorum. Güm!
Sıçrayarak uyanmıştım. Üzgündüm, kırgındım, kızgındım. Yapacaklarım bitmemişti ki daha. Uçacaktım.

Üçüncü bilinçli rüyamın gelmesini çok bekledim. Yarım kalan işimi tamamlamak istiyordum. Yıllar geçti, gelmedi. Üçüncüyü fazlasıyla hak ediyordum oysaki. Rüyalara takıntımın, tutkumun, merakımın bir nedeni de bu bekleyişti sanırım. Ben bir rüya fanatiğiydim.
Çok acayip rüyalar görürdüm. Öylesine fantastik, öylesine karmaşık olayların içine yuvarlanırdım ki bunları birilerine anlattığımda şaşkın, şüpheci ve alaycı bakan gözlerle karşılaşırdım genellikle. Belki de uydurduğumu sanıyorlardı ama uydurmuyordum. Hepsi gerçekti; yani, hepsi rüyaydı.
Başkalarının anlattığı rüyalar bana öylesine basit gelirdi ki anlatılanları sonuna kadar dinlemek işkenceye dönüşürdü çoğu zaman. Günlük hayatın biraz farklı yansımalarını görüyorlardı genelde. Alakasız olaylar zinciri içinde gündelik işlerini tamamlıyorlardı. Onların rüyaları alışılmışın birazcık dışına taşan olaylar bütünüydü; kısa, basit bir öykü… Benimkilerse masal içinde masal içinde masal… Onlarınki anlaşılabilecek, yorumlanabilecek küçük gariplikler dünyasıydı. Benimkilerse her şeyin tersyüz edildiği sınırsız çılgınlıklar evreni…
"Çok film izliyorsun, o yüzden böyle rüyalar görüyorsun." derlerdi bana. Rüyalarım fantastik filmler gibiydi, bu doğru ama senaryoları hiçbirine benzemiyordu. Öylesine sıradışı olayların içine giriyor, öylesine özgün bir kurguyla çevreleniyordum ki uyandığımda kendimi afallamış ve yorgun hissediyor, sersemliğimin geçmesi için bir süre yatakta öylece oturup bekliyordum.
Buna karşın rüyalarla ilgili derinlemesine bir araştırma yapmadım, makale falan okumadım. Hele hele rüya tabirlerine asla itibar etmedim. Çünkü gördüklerim o halleriyle güzeldi, ilginçti, harikaydı, büyüleyiciydi; korkunçtu, afallatıcıydı, dehşet vericiydi. Bunları bir kılıfa sokmak, ele avuca sığdırmaya çalışmak, bir zemine sabitlemek, birtakım köklere bağlamak sadece büyüyü bozardı.
Kamera arkası görüntülerini yayımlamak bir filme en büyük hakarettir.

* * *

Alarm çaldı, uyandım. Rüya görmemiştim. Kalktım. Elimi yüzümü yıkadım, ayaküstü bir şeyler atıştırdım, aceleyle giyinip evden çıktım.
Patrondan öğlene kadar izin almıştım. Çok yakın bir aile dostumuzun evinin satış işlemleri vardı. Yaşlılara özgü evham işte! Kandırılmaktan korkuyordu. Birisinin yanında olmasını, işlemleri takip etmesini istiyordu. Çoluğu çocuğu yoktu. Yalnız yaşıyordu. Yardım isteyebileceği tek kişi de bendim. İzin koparmak için şahane bir yalandı.
Doktorla randevum vardı. Otobüsü, minibüsü es geçip taksiye atladım. Adresi söyledim. En kısa yoldan gidelim lütfen, dedim. Para hesabı yapar gibi görünmemek için “Saat 09.15’te randevum var da!” diye ekledim. Oldum olası taksicilerden çekinirim.
Taksi ana caddeden ayrılıp ilk sokağa daldı. Daracık sokaklarda hızla ilerledi. Bir sağa, bir sola, sonra tekrar sağa… Labirentte koşuşturan fare gibi... Her gün aynı yollardan geçiyormuşçasına becerikli.
Bir köşeyi dönmüştük ki çöp kamyonu çıktı önümüze. Çöp konteynerlerini baş aşağı getirip büyük bir gürültüyle silkeliyordu. Bu sesten nefret ediyordum.
Taksici sinirlendi. "Öğleyin yapsalar ya şu işi!" diye çıkıştı. Aynadan bana baktı, sözünün onaylanmasını bekliyordu. "Aynen öyle!" dedim saygımdan. "Milletin işe gittiği saatte çöp mü alınırmış yahu! Bir şeyi de düzgün yapsalar bari!"
Saat 09.10’da muayenehanenin önündeydik. Ücreti bozuk parayla ödedim. Bütün para verip taksiciyi uğraştırmak istemedim. Haydi, hayırlı işler, kolay gelsin! Eyvallah, iyi günler!
Apartmana girdim, yukarı çıktım, zile bastım. Kapıyı koyu sarı saçlı, açık tenli, koyu mavi gözlü, uzun boylu, zarif giyimli güzel sekreter açtı. Gülümseyerek “Hoş geldiniz.” dedi. “Yine dakiksiniz.” diye de ekledi. Yüzüme zoraki bir gülümseme yaydım. Başımla selam verip bekleme salonuna yöneldim.
"Doktor Bey’in biraz işi var, 10 dakika sonra sizi alacak." dedi sekreter. Teşekkür ettim. Hâlâ gülümsüyordu. Bir yerlerde bunun kursu veriliyor olmalıydı.
Sehpadaki dergilerden birini alıp karıştırdım.

“Bu boşluk ya da atlama diye tabir ettiğiniz şey tam olarak ne zaman ve nasıl oldu?”
Kır saçlı, keçisakallı, esmer yüzlü doktor iki elinin parmak uçlarını göğüs hizasında buluşturarak sormuştu sorusunu. Ellerinin arasında küçük bir top vardı sanki. 55-60 yaşlarında, kalın çerçeveli gözlük takan, mesleğinin tüm ciddiyetini kuşanmış birisiydi. Duruşuyla, hareketleriyle, kusursuz diksiyonuyla hayatında sürprizlere asla yer olmadığını, olmayacağını düşündürtüyordu insana. İki haftada bir  gelip anlattığım sorunları o asla yaşamayacaktı. Benim yaşadıklarımı yaşamayan biri beni ne kadar anlayabilirdi?
“Bir hafta kadar önceydi.” dedim, “Gece geç saatte çalışma odamda, bilgisayarın başındaydım. Bir ara başımı arkaya yasladım. Gözlerimi dinlendirmek istemiştim. Uyuyakalmışım. Uyandığımda yataktaydım. Sabah olmuştu. Yatağa nasıl geçtiğimi hatırlamıyordum. Çalışma odasına gidip baktım, lamba ve bilgisayar açık kalmıştı. Zaman atlamış gibiydim.”
Ben konuşmamı bitirince parmaklarını birbirinden ayırdı, hayali top yere düşüp masanın altına yuvarlandı. Gözlüğünü geri itti, masaya eğildi, açık duran deftere notlar aldı. Kendimi öğrencisine bir problemin yanıtını yazdıran öğretmen gibi hissetmiştim. (Evet, evladım; sormak istediğin başka bir şey var mı?)
“Daha önce buna benzer bir olay yaşadınız mı?”
“13-14 yaşlarındaydım. Annemler, sabahleyin balkondaki sedirde uyuklarken bulmuşlar beni. Balkonda otururken uyuyakaldığımı sanmışlar. Oysa ben geç saate kadar televizyon izledikten sonra odama gidip yatağıma yatmıştım. Bunu çok iyi hatırlıyordum ama balkona nasıl gittiğimi hatırlamıyordum. Çok düşünsem de asla hatırlayamadım.”
“Doktora görünmüş müydünüz?”
“Hayır. Bir daha da tekrarlanmadı zaten.”
Hızlı hızlı not aldı. Birkaç saniye duraksadı. O an göz göze geldik. Aklına bir şey gelmiş gibi yazmaya devam etti. Bazı sözcüklerin altını çizdiğini fark ettim. Ne yazdığını okuyamıyordum. Böyle bir olayın tekrarlanmadığı yalanına inanmış mıydı acaba?
“Peki, bugünlerde çok çalışıyor ve yoruluyor musunuz? Uykusuzluk var mı?”
“Evet, yoğun çalışıyorum ama uyku sorunum yok. Her an her yerde uyuyabilirim.”
“Pekala, öncelikle ilacınızın dozunu biraz arttıracağız. Görüşmelerimizi sıklaştırmak istiyorum. Endişelenmenize gerek yok. Daha çabuk sonuç almak için önerdiğimiz bir şeydir bu. Önceki görüşmelerimizde anlattığınız sorunların bu…”
Gerisini dinleyememiştim, dikkatim dağılmıştı. İlk kez açık vermişti. Her zaman sabit olan ses tonu endişe etmememi salık verirken incelmişti. Gözlerini gereğinden fazla kırpmıştı. Yalan söylüyordu. Yalandan anlarım. Benden kaçmaz.
“… bir sonraki randevumuzu haftaya bugün, aynı saate veriyorum. Bu da yeni reçeteniz. Kendinizi çok fazla yormayın, uykusuz kalmayın. Görüşmek üzere...”
Gülümsemeyle karşılık verip odadan çıktım. Gülümsemenin kitabını yazmış olan sekreter için de biraz gülücük saklamıştım.
İyi günler, dedi beni uğurlarken. İyi günler, dedim. Görüşmek üzere, dedi. Görüşmek üzere, dedim.
Yalandı, görüşmeyecektik. Bir daha buraya gelmeyecektim.
Yeni bir doktor bulmalıydım.

* * *

Plazaya vardığımda saat 11.30’du. Kafede aceleyle bir şeyler yiyip ofise çıktım. Geldiğimi haber vermek için patronun odasına uğradım. Telefonla konuşuyordu. Beni görünce tamam anlamında bir el işareti yaptı.
Ofistekilere ortaya karışık bir selam bırakıp masama geçtim. Birkaç cılız selam sesi duyuldu. Çantamdan dizüstünü çıkarıp açtım. Masadaki bilgisayarın da tuşuna bastım.
“Nasıl gitti satış işlemleri?”
Başımı huzursuzca sesin geldiği yöne çevirdim. Ofisin en sinsi elemanının maksatlı sorusu karşısında boş boş baktım. Sonra hızla toparlandım. Kendime kızdım. Nasıl da boş bulunmuştum! Bu kuyucu, patronun has adamı olabilmek için herkesin kuyusunu kazdığı için ona bu adı takmıştım, bu birkaç saniyelik duraksamamdan kim bilir ne anlamlar çıkaracaktı.
Alaycı bir sırıtışla gözlerimin içine içine bakıyordu. Satış muhabbetini de nereden biliyordu bu kemirgen?
(Vallahi, satış gerçekleşmedi. Senin gibi bir pisliği kim alır ki!) “Ev için istenen parayı verdiler. İşlemleri öğleden önce bitirdik.”
“Hım, iyi bari! Ev neredeydi, kaça sattınız?”
(Cehennemin dibinde, ateş kuyularının yanı başında. Protez beyinli aptal! Tam sana layık!) “Bizim mahallede. 320 bin lira.”
Ağzı gerildi, gülümseyişi iyice sinir bozucu bir hal aldı. Anlattıklarına inanacağımı mı sanıyorsun, gerçeği mutlaka ortaya çıkaracağım, der gibi bakıyordu hergele.
O sırada sekreter seslendi. Patron beni görmek istiyordu. Kuyucuya yüz vermeden kalkıp gittim. Odasına girdiğimde patron telefonla konuşuyordu. Eliyle koltuğu gösterdi. Oturdum, beklemeye başladım. Sehpadaki dergilerin konu başlıklarına göz attım.
Telefonla görüşmesi 5-6 dakika kadar sürdü. Gayet ciddi başlayan konuşma sahte birkaç kahkahayla, düzeyli bir iki espriyle, yapmacık övgülerle ve yemek randevusuyla sonlandı. Arada bir tane de yalan yakalamıştım.
“İş ne aşamada?” dedi, parmak uçlarını göğüs hizasında birleştirerek. Doktorun kaybettiği topu bulmuş olmalıydı.
“Bugün düzeltmeleri gözden geçireceğim. Hafta sonu bazı ilginç fikirler buldum. Onları da çalışmanın içine yedireceğim. Bugün yarın son aşamaya getiririm.” dedim. Bir çırpıda söylenmiş sağlam bir yalandı.
Tıkanmıştım oysa. Aklıma yeni bir fikir gelmiyordu. Aynı şeyleri evirip çeviriyordum ne zamandır. Çaresizce oyalanıyordum. Yaratıcı fikirlerden eser yoktu. İlham uğramaz olmuştu. Beynim uyuşuktu, tembeldi. Hazmedemiyordum, öfkeleniyordum. Durumu değiştirmek için deli gibi çabalıyordum ama kâr etmiyordu.
“Haftaya bugün, saat 09.30–10.30 arası firma yetkililerine sunum yapacağız. Çalışmanızı bir iki güne kadar tamamlayıp arkadaşlara teslim edersiniz o halde.”
Cümlesini bitirmişti ki telefon çaldı. Parmağını ekranda kaydırdı, telefonu kulağına götürdü. Herkesin günde bilmem kaç kez yaptığı bu hareketleri sanki kendisi icat etmiş gibi kasılıyordu gösteriş budalası. Evet, dedi ve dinlemeye başladı. Telefon imdadıma yetişmişti.
İşin tamamlanması için herkesin beni bekleyecek olması soluğumu kesmişti adeta. Soğuk soğuk terliyordum. Yutkundum. Dergi kapaklarındaki güzel ve yakışıklı suratlar sırıtıp duruyorlardı karşımda. Bunun kursu nerede veriliyordu?
Telefondaki kişi hiç durmaz konuşuyordu. Sesi vızıltı gibi geliyordu, ne dediği anlaşılmıyordu. Patron bir ara benimle göz göze geldi, sonra önüne baktı. Evet, dedi. Bir saniye, dedi. Önünde açık duran deftere bir şeyler not etti. Çaktırmadan baktım, okuyamadım. Birkaç yerin altını çizdi.
Bu kadar uzun süre birisini dinlediğine ilk kez tanık oluyordum. Her zaman en fazla üç beş cümlenizi dinler, lafınızı çekinmeden böler, söyleyeceklerini takır takır sıralardı. Oysa şimdi masal dinleyen çocuk gibiydi.
Telefondaki kimdi acaba? Yersiz bir meraka kapılmıştım elimde olmadan. Arayan doktor muydu? Ne? Hadi canım sen de! Stres altındayken iyice saçmalıyorsun!
(Affedersiniz, ben beyefendinin doktoruyum. Haftaya bugün benimle randevusu var. Toplantınızı öğleden sonraya erteleyebilir misiniz? Kendisini mutlaka görmem lazım.)
“Tamam, anladım. Ben önce programıma bakayım, daha sonra sizi bilgilendiririm. İyi günler…” dedi, telefonu kapattı. “Tamam o halde, konuştuğumuz gibi. Çıkabilirsiniz. İyi çalışmalar...”
Sağ olun, deyip odadan çıktım. Masama döndüm. Kuyucu ortalıklarda görünmüyordu. O dangalağı düşünecek vakit yoktu. İşe odaklanmalıydım.
Ünlü bir firmanın ürün tanıtım işini almıştık. Projenin metin yazarlığı bana aitti. Önemli bir bölümünü tamamlamıştım aslında ama bir yerde takılıp kalmıştım. İlerleyemiyordum. İşin can alıcı kısmındayken hayal gücüm dibe vurmuştu sanki. Tüm konuyu sonuca bağlayacağım yerde kalakalmıştım, hiçbir şey üretemiyordum, çıkış yolu açamıyordum. Söz konusu bağlamın eksik kalması, o zamana kadar üretilenleri de boşlukta bırakıyordu.

Saat 19.00 gibi herkes gitmişti. Bir şekilde patrondan izin almış, ofiste kalmıştım. Belki kimse yokken ofis ortamı iyi gelir, zihnimdeki tıkanıklığı aşmamı sağlar, diye düşünmüştüm. Çaresizlikten her yolu deniyordum.
Bilgisayarın başındaydım. İnternette oradan oraya geziniyordum. Çağrışım uyandıracak bir şeyler arıyordum. Videolar, karikatürler, kısa öyküler, haberler, sosyal medya… Bazen tek bir sözcük bile yeterli olabiliyordu.
Yok. Hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey ateşleyemiyordu ilhamımı. Kafamda ampul yanmıyordu. Üretemiyordum. Bir şey olmuştu işte. Bilgim, deneyimim, becerim sökülüp alınmıştı sanki. Tüm teçhizatını kaybeden asker gibiydim.
Aklıma ilaçlar geldi birden. Beynimi uyuşturup odaklanmamı engelliyor diye içmeyi bıraktığım ilaçlar… Acaba etkisi sürüyor muydu hâlâ? İki aya yakın içmiştim, sonra zihnimi yavaşlattığına kanaat getirip bırakmıştım. Bu tür ilaçların geç etki ettiğini ve bıraktıktan sonra da bir süre etkisinin sürdüğünü söylemişlerdi.
Ekrana sıkıntılı sıkıntılı bakarken iki masa ötedeki yazıcının yeşil ışığının yanıp söndüğünü fark ettim. Kalktım, yazıcının başına gittim. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Cihazı açıp kapadım. Uyarı ışığı yanıp sönmeye devam etti.
Kağıt haznesine baktım, boştu. Biraz kağıt alıp yerleştirdim. Yazıcı otomatik olarak çalıştı, alttan bir kağıt çıkardı. Kağıdı alıp inceledim. Akrep ve yelkovanı olmayan, büyükçe bir saat resmi vardı. Kimindi acaba? Niye belgenin çıkmasını beklememişti?
12, 3, 6, 9 rakamları vardı. Diğer saat başları noktayla gösterilmişti. Tam ortada irice siyah bir çember, çemberden dışarı sızan koyu yeşil çatlaklar…
Sağ elimin başparmağıyla işaret parmağını “V” harfi oluşturacak biçimde açtım. Kadranın ortasındaki siyah çembere koydum. Saat 10.10 oldu. Saat reklamlarında kadran hep 10.10’u gösterir. Neden? Estetik bir görüntü mü? Tersi de olabilirdi o zaman, yani, ikiye on var. Ama 10.10 olduğunda doğru işaretine benziyor. (Doğru tercih biziz!)
Kağıdı yerine bıraktım. Kahve doldurup ofisten çıktım. Uzun koridorda ilerledim. Balkona çıktım. Banka oturup sigara yaktım. Yumuşak ve ılık rüzgar yüzüme düşen saçlarımla oynaşıyordu.

Endişe ve telaş içindeydim. Yüzüm yanıyordu. Ofisin içinde tur atıyordum. Bağımsız sözcükler, resimler, semboller, gün içinden konuşmalar, film sahneleri, replikler, tabelalar, rüyalar… Hepsini tarıyordum.
Geniş pencerenin önünde durdum. Karşıda yükselen plazanın bazı katlarında hâlâ ışık vardı. Bir süre manzarayı izledikten sonra masama döndüm. Bilgisayardaki eski belgelere göz attım. Olmuyordu. Sonuç alamıyordum. Zihnimde canlananlar, dalgaların vurduğu sahilde yapmaya çalıştığım kumdan kaleler gibiydi. Tam bir şekle bürünecekken dalgalar her şeyi alıp götürüyordu.
Yorulmuştum. Başımı arkaya yasladım. Gözlerim yanıyordu, kapanmak için yalvarıyordu. Birazcık kestirirsem belki iyi gelir, dedim. Gözkapaklarım ağırlaştıkça ağırlaştı. Gün içinden görüntüler, sesler birbirine karışıyor; bulamaca dönüşüyordu.
Acelem var. Saat 10.10! Kestirme yoldan… Öğleyin yapın şunu! Sizi daha sık görmeliyim. Evi kaça sattınız? Bozuk para, buyurun! Çalışmanızı bugün yarın bitirin. Öğleyin yapın şunu! Saat, 02.50… Dakiksiniz yine! Patron telefonda. Alo! Tamam! Haftaya aynı saatte görüşelim. Yazıcının ışığı yanıyor. Alttan doktorun notları çıkıyor. Okuyorum, anlamıyorum. Acelem var, geç kalıyorum. Kestirmeden gidelim. Biraz kestireyim…

* * *

Oturuyorum. Bankta. Alacakaranlık. Karşıda yükselen siyah yapı. Camdan. Işıkları kapalı. Karanlık.
Bankta. Oturuyorum. Sessiz. Arkama dönüp bakıyorum. Camlar. Siyah. İçerisi görünmüyor. Karanlık. Önüme dönüyorum. Karşıya bakıyorum. Siyah yüksek cam.
Ayağa kalkıyorum. Adım atıyorum. Demirlere tutunuyorum. Aşağıya bakıyorum. Yüksek. Yukarı bakıyorum. Lacivert alacakaranlıkta gökyüzü. Rüya atmosferi. Rüyada gibiyim. Rüyadayım. Evet, rüyadayım. Evet! Rüya!
Seviniyorum. Çok bekledim bu anı. Uzun zaman. Evet! Nihayet!
Rüya benim. İstediğim deliliği yapabilirim. Camları kırıp içeri gireyim. Belki ilginç şeylerle karşılaşırım. Kim bilir neler nelerle…
Dur.
Yüksek.
Uç.
Uçmak.
Uçmak istiyorum.
Evet, uçmak istiyorum. Çok bekledim. Uzun zaman. Nihayet.
Rüya benim rüyam. İstediğimi yaparım. Uçacağım. Rüya düşüşü. Yere çarpınca uyanacağım. Lacivert gökyüzü, siyaha yakın.
Oturuyorum. Alacakaranlık. Balkon demirlerinin üstünde oturuyorum, ayaklarımı boşlukta sallıyorum.
Aşağıya bakıyorum. Saçlarım sarkıyor.
Gülümsüyorum. Sonunda. Çok bekledim. Uzun zaman. Evet.
Nihayet.
Kendimi boşluğa…
Boşluğa kendimi…
Bırakıyorum. 

Uçuyorum...