Yaşadıklarının rüya olmadığına seni kim ikna edebilir?
Rüyamda yüksek bir binadan
düşüyorum. Yere yakınlaşınca bedenimi kasarak çarpmanın şiddetine hazırlıyorum.
Korku, öfke, çaresizlik, pişmanlık… Pişmanlık? Evet, pişmanlık hissediyorum.
Ara ara gördüğüm bir rüya. Gökyüzü
bazen koyu lacivert, bazen koyu gri. Bazen bir teras oluyor durduğum yer, bazen
genişçe bir balkon. Kenara doğru yürüyorum. Demirlere tutunuyorum. Aşağıya bakıyorum.
Niçin orada bulunduğumu bilmiyorum.
Rüya orada mı başlıyor, yoksa başka bir yerden mi oraya gelmişim, bilmiyorum.
Başka olaylar da yaşamış gibiyim ama ne olduklarını anımsamıyorum.
Aşağıya baktığım sırada dengemi yitirip boşluğa düşüyorum. Havada
yüzüyormuş gibi çırpınıyorum. Korku, öfke, çaresizlik, pişmanlık… Yere çarpmamla birlikte uyanıyorum. Yine
aynısı, diyorum. Aynısı olduğunu rüyadayken anlayamaz mıyım? Tekrarlanan bir
rüyada olduğumu anlayabilseydim başka ayrıntılara odaklanırdım.
Çok iyi anımsıyorum. Çocukken iki
kez rüyada olduğumu anlamıştım. Müthiş bir deneyimdi. Yatakta yattığımın, rüya
gördüğümün farkındaydım. Yatar konumdaki bedenimi hissedebiliyordum. Çok acayipti ama gerçekti. (“Bu bir rüya. Her şey senin. Canının
istediğini yapabilirsin.”)
Rüyamda koyu lacivert gökyüzünün altında yemyeşil
bir düzlükteyim. Uçsuz bucaksız bir çimenlik… Etrafta beyaz çitler var. Neyi
ayırdıkları belli değil. “Şansa bak,” diyorum, “ilk kez rüya gördüğümün farkındayım,
canımın istediği çılgınlığı yapabilirim ama etrafımda buna uygun hiçbir şey
yok.”
Çitleri tekmeliyorum, parçalıyorum. “Hadi
ama! Masal kaçkını fantastik bir yaratık bu gürültüyü duyup gelse ya! Acayip
şeyler yaşasam. Tüm canavarları yensem. Süper güçlerimi kullansam.”
Cık! Olmuyor. Ne gelen var ne giden.
Uçuk kaçık hiçbir şey göremiyorum. Manzara değişmiyor.
Oysa rüyalarımda, yani rüya olduğunu
anlamadığım rüyalarımda, mekanlar aniden değişir. Bazen gerçek hayattaki bir
mekanın çok geniş bir yansımasında bulurum kendimi. Eşyalar olması gereken
yerlerinde değildir ve genelde bambaşka işler için kullanılır. Mekan aniden
değişir yine. Bilmediğim başka bir mekana dönüşür. Bazıları hayal bile
edemeyeceğim kadar ilginç ve büyüleyicidir. Muhteşemdir.
Bu rüyada ise hiçbir şey olmuyor.
Yerde kırık dökük beyaz tahtalar… Sanki rüya gördüğümün farkında olduğum için
böyle. Rüya gibi bir rüya olmadığı için.
Bir süre bekledim, yeşil düzlükte sağa
sola koşturdum, sonra bu şaşırtmacasız rüyadan sıkıldım, kendimi kasarak
uyandırdım. Evet, aynen böyle oldu. Tüm beklentilerimi boşa çıkaran bu
“bilinçli” rüyayı kendi irademle sonlandırdım.
İkincisinde ise karaltılı binaların
yükseldiği alacakaranlık dar sokaklardayım. Amaçsızca yürüyorum. Siyaha çalan lacivert
gökyüzünü bölüm bölüm görebiliyorum.
Bir sokağın köşesinden dönüyorum.
Karşıma bir çöp kamyonu çıkıyor. Şunu süreyim bari, diyorum. Kapı koluna elimi
atacakken kamyon aniden hareket edip uzaklaşıyor. Kızıyorum.
Yürümeye devam ediyorum. Binalar
gölge gibi. Kapıları yok. Pencereler kapkara. Vakit gece mi gündüz mü belli
değil. Geceyle gündüzün çocuğu gibi bir zaman… Etrafta kimsecikler yok. İkinci
kez rüyada olduğumun farkındayım ve yine heyecan verici bir şey yok.
Sıkılıyorum.
Aklıma uçmak geliyor bir anda. Evet,
uçmaya karar veriyorum. Düşersem rüya biter. Biliyorum. Biterse bitsin. Zaten ilginç
bir şey yok. Kendimi yüksekten boşluğa salıveririm. Ne hızlı ne yavaş. Aslında yavaştan ziyade hızlıya yakın. Tam bir rüya düşüşü işte!
Karaltılı sokaklarda heyecanla koşturuyorum.
Yüksek binalardan birinin mutlaka bir kapısı olmalı. Deli gibi aranıyorum. Sanki
labirentin içinde peynire ulaşmak için koşturan fareyim. Aman, şimdi bunu
düşünmeyeyim! Bu bir rüya, fareye dönüşmeyeyim.
Sonunda kapısı olan bir bina
buluyorum. Rüzgar gibi içeri dalıyorum. Alacakaranlık bir koridordayım. Koyu
gri duvarlar arasında koşturuyorum. Ayak seslerim yankılanıyor. Karanlığın
ucunda bir ışık görüyorum. Hızımı arttırmak istedikçe yavaşlıyorum. Ağır çekimde
koşmaya başlıyorum. Sanki denizin dibinde yürüyorum. Tam da sırasıydı! En
olmadık zamanlarda başıma gelir bu gıcık şey!
Işığa zar zor ulaşıyorum. Bir
asansör kapısı. İşte budur! İçeri giriyorum. Panoda rakamsız tek bir tuş var. Tuşa
sertçe basıyorum. Asansör hızla yukarı çıkmaya başlıyor. Hızlandıkça
hızlanıyor. Roket gibi fırlayacak mı ne! Neyse ki rüyadayım, endişelenecek bir
şey yok.
Birden büyük bir gürültü kopuyor. Şaşırıyorum.
Bir şeyler parçalanıp kopuyormuş gibi sesler duyuluyor. Halat… Halat kopuyor.
Asansör hızla düşmeye başlıyor. Kabin sağa sola sürtünüyor, her yerden kulak tırmalayıcı
metalik cayırtılar geliyor. Zar zor tutunuyorum. Güm!
Sıçrayarak uyanmıştım. Üzgündüm, kırgındım, kızgındım.
Yapacaklarım bitmemişti ki daha. Uçacaktım.
Üçüncü bilinçli rüyamın gelmesini
çok bekledim. Yarım kalan işimi tamamlamak istiyordum. Yıllar geçti, gelmedi.
Üçüncüyü fazlasıyla hak ediyordum oysaki. Rüyalara takıntımın, tutkumun,
merakımın bir nedeni de bu bekleyişti sanırım. Ben bir rüya fanatiğiydim.
Çok acayip rüyalar görürdüm. Öylesine fantastik, öylesine karmaşık olayların içine yuvarlanırdım
ki bunları birilerine anlattığımda şaşkın, şüpheci ve alaycı bakan gözlerle karşılaşırdım
genellikle. Belki de uydurduğumu sanıyorlardı ama uydurmuyordum. Hepsi
gerçekti; yani, hepsi rüyaydı.
Başkalarının anlattığı rüyalar bana
öylesine basit gelirdi ki anlatılanları sonuna kadar dinlemek işkenceye
dönüşürdü çoğu zaman. Günlük hayatın biraz farklı yansımalarını görüyorlardı
genelde. Alakasız olaylar zinciri içinde gündelik işlerini tamamlıyorlardı.
Onların rüyaları alışılmışın birazcık dışına taşan olaylar bütünüydü; kısa,
basit bir öykü… Benimkilerse masal içinde masal içinde masal… Onlarınki anlaşılabilecek,
yorumlanabilecek küçük gariplikler dünyasıydı. Benimkilerse her şeyin tersyüz edildiği
sınırsız çılgınlıklar evreni…
"Çok film izliyorsun, o yüzden böyle
rüyalar görüyorsun." derlerdi bana. Rüyalarım fantastik filmler gibiydi, bu doğru ama senaryoları hiçbirine benzemiyordu. Öylesine sıradışı olayların içine
giriyor, öylesine özgün bir kurguyla çevreleniyordum ki uyandığımda kendimi
afallamış ve yorgun hissediyor, sersemliğimin geçmesi için bir süre yatakta öylece
oturup bekliyordum.
Buna karşın rüyalarla ilgili derinlemesine
bir araştırma yapmadım, makale falan okumadım. Hele hele rüya tabirlerine asla itibar
etmedim. Çünkü gördüklerim o halleriyle güzeldi, ilginçti, harikaydı, büyüleyiciydi;
korkunçtu, afallatıcıydı, dehşet vericiydi. Bunları bir kılıfa sokmak, ele
avuca sığdırmaya çalışmak, bir zemine sabitlemek, birtakım köklere bağlamak sadece
büyüyü bozardı.
Kamera arkası
görüntülerini yayımlamak bir filme en büyük hakarettir.
* * *
Alarm çaldı, uyandım. Rüya görmemiştim.
Kalktım. Elimi yüzümü yıkadım, ayaküstü bir şeyler atıştırdım, aceleyle giyinip
evden çıktım.
Patrondan öğlene kadar izin almıştım.
Çok yakın bir aile dostumuzun evinin satış işlemleri vardı.
Yaşlılara özgü evham işte! Kandırılmaktan korkuyordu. Birisinin yanında
olmasını, işlemleri takip etmesini istiyordu. Çoluğu çocuğu yoktu. Yalnız
yaşıyordu. Yardım isteyebileceği tek kişi de bendim. İzin koparmak için şahane bir
yalandı.
Doktorla randevum vardı. Otobüsü,
minibüsü es geçip taksiye atladım. Adresi söyledim. En kısa yoldan gidelim
lütfen, dedim. Para hesabı yapar gibi görünmemek için “Saat 09.15’te randevum
var da!” diye ekledim. Oldum olası taksicilerden çekinirim.
Taksi ana caddeden ayrılıp ilk sokağa
daldı. Daracık sokaklarda hızla ilerledi. Bir sağa, bir sola, sonra tekrar
sağa… Labirentte koşuşturan fare gibi... Her gün aynı yollardan
geçiyormuşçasına becerikli.
Bir köşeyi dönmüştük ki çöp kamyonu
çıktı önümüze. Çöp konteynerlerini baş aşağı getirip büyük bir gürültüyle silkeliyordu.
Bu sesten nefret ediyordum.
Taksici sinirlendi. "Öğleyin yapsalar ya
şu işi!" diye çıkıştı. Aynadan bana baktı, sözünün onaylanmasını bekliyordu. "Aynen öyle!" dedim saygımdan. "Milletin işe gittiği saatte çöp mü alınırmış yahu! Bir şeyi de düzgün yapsalar bari!"
Saat 09.10’da muayenehanenin önündeydik.
Ücreti bozuk parayla ödedim. Bütün para verip taksiciyi uğraştırmak istemedim.
Haydi, hayırlı işler, kolay gelsin! Eyvallah, iyi günler!
Apartmana girdim, yukarı çıktım,
zile bastım. Kapıyı koyu sarı saçlı, açık tenli, koyu mavi gözlü, uzun boylu,
zarif giyimli güzel sekreter açtı. Gülümseyerek “Hoş geldiniz.” dedi. “Yine
dakiksiniz.” diye de ekledi. Yüzüme zoraki bir gülümseme yaydım. Başımla selam
verip bekleme salonuna yöneldim.
"Doktor Bey’in biraz işi var, 10 dakika sonra sizi alacak." dedi sekreter. Teşekkür ettim. Hâlâ gülümsüyordu. Bir
yerlerde bunun kursu veriliyor olmalıydı.
Sehpadaki dergilerden birini alıp karıştırdım.
“Bu boşluk ya da atlama diye tabir
ettiğiniz şey tam olarak ne zaman ve nasıl oldu?”
Kır saçlı, keçisakallı, esmer yüzlü doktor
iki elinin parmak uçlarını göğüs hizasında buluşturarak sormuştu sorusunu. Ellerinin
arasında küçük bir top vardı sanki. 55-60 yaşlarında, kalın çerçeveli gözlük
takan, mesleğinin tüm ciddiyetini kuşanmış birisiydi. Duruşuyla, hareketleriyle,
kusursuz diksiyonuyla hayatında sürprizlere asla yer olmadığını, olmayacağını
düşündürtüyordu insana. İki haftada bir gelip anlattığım sorunları o asla yaşamayacaktı.
Benim yaşadıklarımı yaşamayan biri beni ne kadar anlayabilirdi?
“Bir hafta kadar önceydi.” dedim, “Gece
geç saatte çalışma odamda, bilgisayarın başındaydım. Bir ara başımı arkaya yasladım.
Gözlerimi dinlendirmek istemiştim. Uyuyakalmışım. Uyandığımda yataktaydım.
Sabah olmuştu. Yatağa nasıl geçtiğimi hatırlamıyordum. Çalışma odasına gidip
baktım, lamba ve bilgisayar açık kalmıştı. Zaman atlamış gibiydim.”
Ben konuşmamı bitirince parmaklarını
birbirinden ayırdı, hayali top yere düşüp masanın altına yuvarlandı. Gözlüğünü geri itti,
masaya eğildi, açık duran deftere notlar aldı. Kendimi öğrencisine bir
problemin yanıtını yazdıran öğretmen gibi hissetmiştim. (Evet, evladım; sormak istediğin başka bir şey var mı?)
“Daha önce buna benzer bir olay
yaşadınız mı?”
“13-14 yaşlarındaydım. Annemler, sabahleyin
balkondaki sedirde uyuklarken bulmuşlar beni. Balkonda otururken uyuyakaldığımı
sanmışlar. Oysa ben geç saate kadar televizyon izledikten sonra odama gidip yatağıma
yatmıştım. Bunu çok iyi hatırlıyordum ama balkona nasıl gittiğimi
hatırlamıyordum. Çok düşünsem de asla hatırlayamadım.”
“Doktora görünmüş müydünüz?”
“Hayır. Bir daha da tekrarlanmadı
zaten.”
Hızlı hızlı not aldı. Birkaç saniye
duraksadı. O an göz göze geldik. Aklına bir şey gelmiş gibi yazmaya devam etti.
Bazı sözcüklerin altını çizdiğini fark ettim. Ne yazdığını okuyamıyordum. Böyle
bir olayın tekrarlanmadığı yalanına inanmış mıydı acaba?
“Peki, bugünlerde çok çalışıyor ve yoruluyor
musunuz? Uykusuzluk var mı?”
“Evet, yoğun çalışıyorum ama uyku
sorunum yok. Her an her yerde uyuyabilirim.”
“Pekala, öncelikle ilacınızın dozunu
biraz arttıracağız. Görüşmelerimizi sıklaştırmak istiyorum. Endişelenmenize
gerek yok. Daha çabuk sonuç almak için önerdiğimiz bir şeydir bu. Önceki
görüşmelerimizde anlattığınız sorunların bu…”
Gerisini dinleyememiştim, dikkatim
dağılmıştı. İlk kez açık vermişti. Her zaman sabit olan ses tonu endişe etmememi
salık verirken incelmişti. Gözlerini gereğinden fazla kırpmıştı. Yalan
söylüyordu. Yalandan anlarım. Benden kaçmaz.
“… bir sonraki randevumuzu haftaya
bugün, aynı saate veriyorum. Bu da yeni reçeteniz. Kendinizi çok fazla yormayın,
uykusuz kalmayın. Görüşmek üzere...”
Gülümsemeyle karşılık verip odadan
çıktım. Gülümsemenin kitabını yazmış olan sekreter için de biraz gülücük
saklamıştım.
İyi günler, dedi beni uğurlarken.
İyi günler, dedim. Görüşmek üzere, dedi. Görüşmek üzere, dedim.
Yalandı, görüşmeyecektik. Bir daha buraya
gelmeyecektim.
Yeni bir doktor bulmalıydım.
* * *
Plazaya vardığımda saat 11.30’du. Kafede aceleyle bir şeyler yiyip ofise çıktım. Geldiğimi haber vermek için patronun odasına uğradım.
Telefonla konuşuyordu. Beni görünce tamam anlamında bir el işareti yaptı.
Ofistekilere ortaya karışık bir
selam bırakıp masama geçtim. Birkaç cılız selam sesi duyuldu. Çantamdan dizüstünü
çıkarıp açtım. Masadaki bilgisayarın da tuşuna bastım.
“Nasıl gitti satış işlemleri?”
Başımı huzursuzca sesin geldiği yöne
çevirdim. Ofisin en sinsi elemanının maksatlı sorusu karşısında boş boş baktım.
Sonra hızla toparlandım. Kendime kızdım. Nasıl da boş bulunmuştum! Bu kuyucu,
patronun has adamı olabilmek için herkesin kuyusunu kazdığı için ona bu adı
takmıştım, bu birkaç saniyelik duraksamamdan kim bilir ne anlamlar çıkaracaktı.
Alaycı bir sırıtışla gözlerimin
içine içine bakıyordu. Satış muhabbetini de nereden biliyordu bu kemirgen?
(Vallahi, satış gerçekleşmedi. Senin gibi bir pisliği kim alır ki!) “Ev için istenen parayı verdiler.
İşlemleri öğleden önce bitirdik.”
“Hım, iyi bari! Ev neredeydi, kaça
sattınız?”
(Cehennemin dibinde, ateş kuyularının yanı başında. Protez beyinli aptal! Tam sana layık!) “Bizim
mahallede. 320 bin lira.”
Ağzı gerildi, gülümseyişi iyice
sinir bozucu bir hal aldı. Anlattıklarına inanacağımı mı sanıyorsun, gerçeği
mutlaka ortaya çıkaracağım, der gibi bakıyordu hergele.
O sırada sekreter seslendi. Patron
beni görmek istiyordu. Kuyucuya yüz vermeden kalkıp gittim. Odasına girdiğimde patron telefonla
konuşuyordu. Eliyle koltuğu gösterdi. Oturdum, beklemeye başladım. Sehpadaki
dergilerin konu başlıklarına göz attım.
Telefonla görüşmesi 5-6 dakika kadar
sürdü. Gayet ciddi başlayan konuşma sahte birkaç kahkahayla, düzeyli bir iki
espriyle, yapmacık övgülerle ve yemek randevusuyla sonlandı. Arada bir tane de
yalan yakalamıştım.
“İş ne aşamada?” dedi, parmak
uçlarını göğüs hizasında birleştirerek. Doktorun kaybettiği topu bulmuş olmalıydı.
“Bugün düzeltmeleri gözden
geçireceğim. Hafta sonu bazı ilginç fikirler buldum. Onları da çalışmanın içine
yedireceğim. Bugün yarın son aşamaya getiririm.” dedim. Bir çırpıda söylenmiş sağlam bir yalandı.
Tıkanmıştım oysa. Aklıma yeni bir fikir
gelmiyordu. Aynı şeyleri evirip çeviriyordum ne zamandır. Çaresizce oyalanıyordum.
Yaratıcı fikirlerden eser yoktu. İlham uğramaz olmuştu. Beynim uyuşuktu,
tembeldi. Hazmedemiyordum, öfkeleniyordum. Durumu değiştirmek için deli gibi çabalıyordum ama kâr etmiyordu.
“Haftaya bugün, saat 09.30–10.30
arası firma yetkililerine sunum yapacağız. Çalışmanızı bir iki güne kadar
tamamlayıp arkadaşlara teslim edersiniz o halde.”
Cümlesini bitirmişti ki telefon
çaldı. Parmağını ekranda kaydırdı, telefonu kulağına götürdü. Herkesin günde bilmem kaç kez yaptığı bu hareketleri sanki kendisi icat etmiş gibi kasılıyordu gösteriş budalası. Evet, dedi ve
dinlemeye başladı. Telefon imdadıma yetişmişti.
İşin tamamlanması için herkesin beni
bekleyecek olması soluğumu kesmişti adeta. Soğuk soğuk terliyordum. Yutkundum. Dergi
kapaklarındaki güzel ve yakışıklı suratlar sırıtıp duruyorlardı karşımda. Bunun kursu
nerede veriliyordu?
Telefondaki kişi hiç durmaz
konuşuyordu. Sesi vızıltı gibi geliyordu, ne dediği anlaşılmıyordu. Patron bir
ara benimle göz göze geldi, sonra önüne baktı. Evet, dedi. Bir saniye, dedi. Önünde
açık duran deftere bir şeyler not etti. Çaktırmadan baktım, okuyamadım. Birkaç
yerin altını çizdi.
Bu kadar uzun süre birisini
dinlediğine ilk kez tanık oluyordum. Her zaman en fazla üç beş cümlenizi
dinler, lafınızı çekinmeden böler, söyleyeceklerini takır takır sıralardı. Oysa
şimdi masal dinleyen çocuk gibiydi.
Telefondaki kimdi acaba? Yersiz bir
meraka kapılmıştım elimde olmadan. Arayan doktor muydu? Ne? Hadi canım sen de!
Stres altındayken iyice saçmalıyorsun!
(Affedersiniz, ben beyefendinin doktoruyum. Haftaya bugün benimle
randevusu var. Toplantınızı öğleden sonraya erteleyebilir misiniz? Kendisini
mutlaka görmem lazım.)
“Tamam, anladım. Ben önce programıma
bakayım, daha sonra sizi bilgilendiririm. İyi günler…” dedi, telefonu kapattı. “Tamam
o halde, konuştuğumuz gibi. Çıkabilirsiniz. İyi çalışmalar...”
Sağ olun, deyip odadan çıktım. Masama
döndüm. Kuyucu ortalıklarda görünmüyordu. O dangalağı düşünecek vakit yoktu. İşe
odaklanmalıydım.
Ünlü bir firmanın ürün tanıtım işini
almıştık. Projenin metin yazarlığı bana aitti. Önemli bir bölümünü tamamlamıştım
aslında ama bir yerde takılıp kalmıştım. İlerleyemiyordum. İşin can alıcı
kısmındayken hayal gücüm dibe vurmuştu sanki. Tüm konuyu sonuca bağlayacağım
yerde kalakalmıştım, hiçbir şey üretemiyordum, çıkış yolu açamıyordum. Söz konusu
bağlamın eksik kalması, o zamana kadar üretilenleri de boşlukta bırakıyordu.
Saat 19.00 gibi herkes gitmişti. Bir
şekilde patrondan izin almış, ofiste kalmıştım. Belki kimse yokken ofis ortamı iyi
gelir, zihnimdeki tıkanıklığı aşmamı sağlar, diye düşünmüştüm. Çaresizlikten
her yolu deniyordum.
Bilgisayarın başındaydım. İnternette
oradan oraya geziniyordum. Çağrışım uyandıracak bir şeyler arıyordum. Videolar,
karikatürler, kısa öyküler, haberler, sosyal medya… Bazen tek bir sözcük bile
yeterli olabiliyordu.
Yok. Hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey
ateşleyemiyordu ilhamımı. Kafamda ampul yanmıyordu. Üretemiyordum. Bir şey
olmuştu işte. Bilgim, deneyimim, becerim sökülüp alınmıştı sanki. Tüm teçhizatını
kaybeden asker gibiydim.
Aklıma ilaçlar geldi birden. Beynimi
uyuşturup odaklanmamı engelliyor diye içmeyi bıraktığım ilaçlar… Acaba etkisi sürüyor
muydu hâlâ? İki aya yakın içmiştim, sonra zihnimi yavaşlattığına kanaat getirip
bırakmıştım. Bu tür ilaçların geç etki ettiğini ve bıraktıktan sonra da bir
süre etkisinin sürdüğünü söylemişlerdi.
Ekrana sıkıntılı sıkıntılı bakarken
iki masa ötedeki yazıcının yeşil ışığının yanıp söndüğünü fark ettim. Kalktım,
yazıcının başına gittim. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Cihazı açıp kapadım.
Uyarı ışığı yanıp sönmeye devam etti.
Kağıt haznesine baktım, boştu. Biraz
kağıt alıp yerleştirdim. Yazıcı otomatik olarak çalıştı, alttan bir kağıt
çıkardı. Kağıdı alıp inceledim. Akrep ve yelkovanı olmayan, büyükçe bir saat
resmi vardı. Kimindi acaba? Niye belgenin çıkmasını beklememişti?
12, 3, 6, 9 rakamları vardı. Diğer
saat başları noktayla gösterilmişti. Tam ortada irice siyah bir çember, çemberden
dışarı sızan koyu yeşil çatlaklar…
Sağ elimin başparmağıyla işaret parmağını “V”
harfi oluşturacak biçimde açtım. Kadranın ortasındaki siyah çembere koydum.
Saat 10.10 oldu. Saat reklamlarında kadran hep 10.10’u gösterir. Neden? Estetik bir
görüntü mü? Tersi de olabilirdi o zaman, yani, ikiye on var. Ama 10.10
olduğunda doğru işaretine benziyor. (Doğru
tercih biziz!)
Kağıdı yerine bıraktım. Kahve
doldurup ofisten çıktım. Uzun koridorda ilerledim. Balkona çıktım. Banka oturup
sigara yaktım. Yumuşak ve ılık rüzgar yüzüme düşen saçlarımla oynaşıyordu.
Endişe ve telaş içindeydim. Yüzüm
yanıyordu. Ofisin içinde tur atıyordum. Bağımsız sözcükler, resimler, semboller,
gün içinden konuşmalar, film sahneleri, replikler, tabelalar, rüyalar… Hepsini
tarıyordum.
Geniş pencerenin önünde durdum. Karşıda
yükselen plazanın bazı katlarında hâlâ ışık vardı. Bir süre manzarayı
izledikten sonra masama döndüm. Bilgisayardaki eski belgelere göz attım.
Olmuyordu. Sonuç alamıyordum. Zihnimde canlananlar, dalgaların vurduğu sahilde
yapmaya çalıştığım kumdan kaleler gibiydi. Tam bir şekle bürünecekken dalgalar her
şeyi alıp götürüyordu.
Yorulmuştum. Başımı arkaya yasladım.
Gözlerim yanıyordu, kapanmak için yalvarıyordu. Birazcık kestirirsem belki iyi
gelir, dedim. Gözkapaklarım ağırlaştıkça ağırlaştı. Gün içinden görüntüler,
sesler birbirine karışıyor; bulamaca dönüşüyordu.
Acelem var. Saat 10.10! Kestirme yoldan… Öğleyin yapın şunu! Sizi daha
sık görmeliyim. Evi kaça sattınız? Bozuk para, buyurun! Çalışmanızı bugün yarın
bitirin. Öğleyin yapın şunu! Saat, 02.50… Dakiksiniz yine! Patron telefonda.
Alo! Tamam! Haftaya aynı saatte görüşelim. Yazıcının ışığı yanıyor. Alttan doktorun
notları çıkıyor. Okuyorum, anlamıyorum. Acelem var, geç kalıyorum. Kestirmeden
gidelim. Biraz kestireyim…
* * *
Oturuyorum. Bankta. Alacakaranlık. Karşıda
yükselen siyah yapı. Camdan. Işıkları kapalı. Karanlık.
Bankta. Oturuyorum. Sessiz. Arkama
dönüp bakıyorum. Camlar. Siyah. İçerisi görünmüyor. Karanlık. Önüme dönüyorum. Karşıya
bakıyorum. Siyah yüksek cam.
Ayağa kalkıyorum. Adım atıyorum. Demirlere
tutunuyorum. Aşağıya bakıyorum. Yüksek. Yukarı bakıyorum. Lacivert alacakaranlıkta
gökyüzü. Rüya atmosferi. Rüyada gibiyim. Rüyadayım. Evet, rüyadayım. Evet!
Rüya!
Seviniyorum. Çok bekledim bu anı. Uzun
zaman. Evet! Nihayet!
Rüya benim. İstediğim deliliği
yapabilirim. Camları kırıp içeri gireyim. Belki ilginç şeylerle karşılaşırım. Kim bilir
neler nelerle…
Dur.
Yüksek.
Uç.
Uçmak.
Uçmak istiyorum.
Evet, uçmak istiyorum. Çok bekledim.
Uzun zaman. Nihayet.
Rüya benim rüyam. İstediğimi
yaparım. Uçacağım. Rüya düşüşü. Yere çarpınca uyanacağım. Lacivert gökyüzü, siyaha
yakın.
Oturuyorum. Alacakaranlık. Balkon
demirlerinin üstünde oturuyorum, ayaklarımı boşlukta sallıyorum.
Aşağıya bakıyorum. Saçlarım
sarkıyor.
Gülümsüyorum. Sonunda. Çok bekledim.
Uzun zaman. Evet.
Nihayet.
Kendimi boşluğa…
Boşluğa kendimi…
Bırakıyorum.
Uçuyorum...