Her şeyin bittiği, herkesin gittiği yerdeydi.
Ertesi gün uyandığımda başka birisiydim. Öyle ki, hayatımın
en büyük acısını -sadece bir gün sonra- zerre kadar hissetmiyordum.
Halının sarmal desenlerine bakıp
hipnotize olmuşçasına yatağımda oturuyordum. Bunun dışında bir şey yapmak gelmiyordu
elimden. Bunun dışında bir şey yapmak istemiyordum.
Başka birisi olarak hayatım böyle
başlamıştı.
. . .
O güne kadar yaşamaya çalışmak
dışında bir çabam yoktu. Zorunlu yaşıyordum. Her doğan güne büyük bir yükle
uyanıyordum. Giderek ağırlaşan ve soluğumu yakıp kavuran bu yükün altında eziliyordum.
Oraya buraya savruluyor, sağa sola çarpıyor, yalpalıyor, düşüp kalkıyor, eğilip
bükülüyor, zar zor doğruluyor, her doğruluşta acı çekiyor, kusacakmış gibi
öğürüyor, ağzımı sertçe kapatıyor, kasılıyordum. İşkence çekiyordum. Bu
işkencenin adı, yaşamaktı.
Yaşamak… Yaşıyordum… Yaşayan bir insan taklidi yapıyordum. Kırık dökük temsilim pek de inandırıcı değildi kuşkusuz.
Zaman geçiyordu ve bu, büyük bir
avuntuydu. Kaçar gibi çıkarak iş yerinden, kendimi sokağa atıyordum. Bir zamanlar
yaşam enerjimin tavan yaptığı, kahkahalarımın yankılandığı, taşkın eğlencelerimizin
oluk oluk aktığı, var olmayı tepeden tırnağa övüp olumladığım o sokaklarda artık
hastalıklı bir yabancı gibi yapayalnız yürüyerek eve dönüyordum. Bir zamanlar
kaçar gibi çıktığım yer evdi oysa. Artık kaçıp sığınılacak bir mağara…
Gün çabucak bitsin istiyordum. Duvara
bir çentik daha atmak için sabırsızlanıyordum. Yalvarıyordum. Uyku, açıkta bir
hayalet gemiydi. Bense limanda dört gözle onu bekleyen yolcu. Elimde ağır bir
halat, halatın ucu gemiye bağlı. Tüm gücümle asılıyordum. Gel artık uyku, ne
olursun gel!
Zar zor gelen uyku en büyük
kurtuluştu, en büyük ödül. Yükten tamamen kurtulma arzumu sessizliğe boğan uyku…
O yük, yaşamın ta kendisiydi.
Oysa her yeni günü bir mucize olarak
görmüştüm bir zamanlar, üstelik bu şehirde. Her doğan günle birlikte ben de
yeniden doğuyordum. İnsanlara koşuyordum, onları tüm içtenliğimle kucaklıyordum.
Yaşamı doya doya emiyordum, kana kana içiyordum. Neşe hava gibiydi, ekmek gibi, su gibi. Bir
zamanlar her yeni gün, değeri her seferinde artan bir armağandı kutsanan.
En büyük hayalimi kurup çatmakla,
olgunlaştırıp mükemmelleştirmekle geçmişti ömrüm. Bunu eşsiz güzellikte bir suluboya
resmi çizmek olarak görüyordum, bense dâhi bir ressamdım. Ben, bazılarının o
kargacık burgacık ve fazlasıyla acemice bir çizimden ibaret olan bayağı
yaşamlarını tekrarlamayacak olandım. Ben, yeni bir sayfa olacaktım. Ben,
şeytanın bacağını kıran. Ben, yeni nesil!
Olmuştum da. Hayalimi yaşıyordum.
Aynı klandan arkadaşlarımla paylaşıyordum her şeyi. Evler, parklar, sokaklar;
ağaçlar, kırlar, denizler eşlik ediyordu coşkumuza. Yaşamın kalbi bizde
atıyordu. Hayalimin can damarını tutuyordum elimde. Var olmak bir mucizeydi. Onun
yanımda olması, bana inanması, beni sevmesi en büyük ödüldü. Hazinenin en değerli
mücevheri...
Kuş gibi hafiftim. Kuşlar kadar
özgür bir uçuşta… Yeri göğü selamlıyordum. Şükrediyordum. Bir zamanlar, yeni bir
güne uyanmak şükranların en büyüğüydü. Çünkü ben ona inanmıştım; bize
inanmıştım, sevgimize, geleceğimize…
Yüksekte uçan kuşun düşüşü sert
olur. En yüksekteyken vuruldum, düştüm. Beni en güvendiğim, en sevdiğim, en
inandığım vurdu, o vurdu, gitti. Sonra herkes gitti. Hayalim bitti.
İnanmazdım. Her şeyin
bitebileceğini, herkesin gidebileceğini öğrettiler bana acıtarak. İnandırdılar.
Uğruna yıllarımı harcadığım; çocukluğumu, gençliğimi verdiğim hayalim, onun ellerine sunduğum o eşsiz eserim, tüm özgünlüğünü ve değerini kaybetti. Can
damarım kesildi. Yıllarca ilmek ilmek işlediğim hayalim, tüm güzelliklerinden
soyularak bir ucubeye dönüştürüldü sonunda. Rüya, karabasana…
Mucizenin illete dönüştüğünü gördüm.
Görkemli bir ormanı besleyen coşkun yer altı suyunun kesilmesi gibi... Ağaçlar
dimdik ayaktaydı ama kuruyordu içten içe, ölüyordu. Uzun yürüyüşler ve
düşünüşler sonucunda bin bir emekle kurup çattığım hayatım da tıpkı bu talihsiz
orman gibiydi, içten içe kuruyor, kurtlanıyordu. Dışarıdan bakıldığında anlaşılmayan ama tüm organları içten içe çürüten ölümcül bir hastalık. Devasız.
Çocuk parkı yıkılan bir çocuktum;
daha kötüsü, büyümüştüm.
. . .
Çürüyüp giden hayatımın kişiliksiz günlerinden
biriydi yine. Bitirilmesi gereken herhangi bir gün… Uyanıp yükümü sırtlanmıştım. Hafta
sonuydu. Sadece hafta sonları dışarı çıkar olmuştum.
Yaşamak, her şeye karşın yaşamak… Ne
ilginç! İnsan soluk aldıkça -ne kadar cılız olursa olsun- umut tükenmiyordu.
İnanmasa da insan, bir şeyler inat ediyordu içimizde. Yaşam içgüdüm bir şeylere tutunmamı,
ayağa kalkmamı ve iyileşmek için çaba göstermemi emrediyordu. İstemsizce
uyguluyordum bu emri, farkında bile olmadan. Az çok, ucundan kıyısından.
İnanmayarak çoğu zaman. Zorunlu.
Giyinip dışarı çıktım. Deniz kenarında
yürüyecektim. Bir zamanlar, damarlarımda yaşam sevinci köpük köpük akarken
izlemeye doyamadığım köpük köpük dalgaların kıyısında.
Yazık! Aynı şeylere baktığın halde çok
farklı şeyler görmek… Şeylerin aynılığına karşın, algılardaki o derin ayrım… İnsan
bunu yaşamamalıydı, bunun için yaşamamalı.
Bir zamanlar, denize baktığımda en
güzel anlarıma tanıklık eden, sevgisi uçsuz bucaksız bir dost görürdüm.
Kalabalık neşemize kulak kabartan, gürültülü kahkahalarımıza coşkun dalga
sesleriyle eşlik eden deniz...
Deniz… Bir ayna gibi bizi bize
yansıtırdı. Enginliği, önümüzde sonsuzca uzanışı bana onunla yaşadığım o güzel
hayatın, dostlarla paylaştığımız o görkemli hayatın hiç değişmeden hep böyle
gideceğini hissettirirdi.
Artık o günlerin köpüğü bile yoktu.
Kafamın içi, dağlardan kopup gelen devasa kayaların çıkarttığı korkunç gümbürtü
gibi yankılanan bir ağıtla doluydu. Kalbim ağlıyor, ruhum ağrıyordu.
Yürüyordum, denize bakıyordum yine ama aynı şeyleri göremiyordum, aynı şeyleri hissedemiyor… Deniz ise unutmuş
gibiydi beni. Engin bir yabancılık vardı dalgalanışında, derin bir kuşku.
Yıllarca dolaştığım yerleri tanımakta
güçlük çekiyordum şimdi. Hani uzun zamandır tanıdığın birisinin sana yabancı
gelmesi gibi. Dışı bir kabuk gibidir; bilirsin, tanırsın. İçiyse değişmiştir;
hissedersin, şaşarsın.
Dalga sesleri korku salıyordu içime.
Bembeyaz köpükler çılgınca fikirlere gebe oluyordu. Yüz binlerce köpük, kulak
zarlarıma çarpıp hışırtılı hışırtılı patlıyordu. Göğün karanlık bulaştırdığı
deniz, yüreğimde kabarıyordu. Denizin yıkıcılığına özeniyordu karanlık bulaşık zihnim. Ben, tüm deliliklerin hapsedildiği bir akıl
hastanesiydim.
Denizin lacivert karanlığı, enginliği,
sonsuzca uzanışı içimi titretiyordu. Bu uçsuzluk, bu genişlik, bu
çevrelenemeyiş adeta soluğumu kesiyordu. Çok değerli kristal bir vazonun yere
düşüşündeki o gösterişli parçalanma gibi tuz buz olan hayatım da böyle uzayıp
gidecek miydi? Böyle sonsuzca, böyle bitimsiz… Böyle karanlık, böyle yabancı…
Deniz, içimi okuyordu. Deniz, ben
neysem oydu. Şimdi gülsem mavi mavi parlayacaktı sanki. Öfkelensem siyah siyah
kuduracaktı. Ne güldüm ne de öfkelendim.
Dalgalar… Deniz, kıyıdaki taşları
alıyordu önce, atıyordu sonra geriye. Alıyordu, atıyordu. Hayat ne çok şey
vermişti bana, hayal ettiğim her şeyi. Şimdi hepsini geri alıyordu, alıyordu,
alıyordu…
Almıştı. Geriye bir et ve kemik
yığını bırakmıştı. Beni öylece kenara atmıştı.
Ah, şu dalgalar! Beni son kez
alsaydı.
Titredim.
Hayvanların içgüdülerine eş,
insanların da iç sesleri olduğuna inanırdım. Bu seslerin apansız, bağımsız ve
doğal olması onlara güvenimin dayanak noktasıydı. Her zaman ciddiye alır ve
dinlerdim. Deniz kenarında sefilce yürüdüğüm o an, kafamda bir ses yankılandı: “Dön, geri dön, köprüye git ve gör. Bitsin.”
Bir çağrıydı bu. Daha çok, bir emir.
Emre uydum, geri döndüm, köprüye
yöneldim. Yol boyunca bir şeylere hazırlanıyor gibiydim. Benliğime dolan deniz
geri çekilmişti. Büyük bir şeye yer açar gibi.
Üzerime abanan yükün ağırlığı
azalıyor gibiydi dönerken. Yürüyüş rotam eskisi gibi kendiliğindendi. Şaşırmıştım.
Her şeye karşın kendimi kaptırmaktan korkuyordum bu akışa. Bir videokaseti geri sararmış gibi anılarımı geri sarıyordu zihnim, anılarımı tersten hatırlatıyordu. Kötüden
iyiye doğru gidiyordu. İyiye doğru? Uzun zamandır içinde “iyi” sözcüğü geçen
bir cümle kurmamıştım.
İyiye mi gidiyordu? İyiye mi
gidiyordum? İyileşiyor muydum? Dönüm noktası mıydı burası? Karanlığın en
koyusunu görmüştüm de artık tan ağarıyor muydu? Dibe vurduktan sonra yukarı mı
çıkıyordum ağır ağır?
İnanamıyordum. İnanmak istiyordum. Güvenmek
istiyordum. Kuşkulanıyordum. Korkuyordum. Temkinliydim. Salıvermek istiyordum.
Yine korkuyordum. Cesaret bulup başımı çıkarıyordum. Sonra yine siniyordum. İnip
çıkıyordum. Zikzak çiziyordum. Uçurumdan düşüyor, tam yere çakılacakken yukarı
fırlıyordum.
Hah! Hepsi palavra, hepsi yalan
dolan! İnsana en çok oyun oynayan, kendisiymiş. Görmem gereken şeyin ne
olduğunu çok iyi sezdiğim halde, kendimi kandırmaya çalışmaktan da geri
durmuyordum. Zıt düşüncelerin bağırmasına izin veriyordum. Yol boyunca
oyalıyordu bunlar beni. Oyalanmaya çok ihtiyacım vardı.
Gözlerim sağımdan solumdan gelip
geçenlerin kıyafetlerine takıldı bir süre. Hedefime yaklaştıkça kalabalık
artıyordu. Yüzlerine baktım insanların. Hiçbir dertleri yok gibiydi. Herkes
mutlu ve huzurluydu da bir tek ben eriyip gidiyordum sanki. Kaldırım taşlarına
düştü bakışlarım.
Köprüye yaklaşmıştım. Şehrin içinden
süzülüp gelen sakin derenin denizle buluştuğu noktaya yakın bir köprüydü bu. Eskiden
her seferinde burada durur, etrafa bakınır, konuşur gülüşür, fotoğraf
çekilirdik. Buranın özel biri yeri vardı bizde.
Köprüye çok yaklaşmıştım. Gözümün
önünde onlarca sahne canlanıyordu. Zihnim, hafızaya aldığı ne varsa yağdırıyordu.
Bunca zaman sonra bu kadar yoğun çalışabilmesine şaşıyordum. Köprüdeki tüm
geçmişim tek bir görüntüde toplanmıştı. Köprünün üstü en güzel anılarımın mahşer
günüydü. Bir sürü ben, bir sürü o, bir sürü eş dost… Bir sürü gülüş cümbüş, bir
sürü aydınlık yüz, bir sürü parıldayan göz… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış…
Muhteşem bir görsel şölen… Usta bir
yönetmenin başyapıtı olabilecek bir film izletiliyordu bana. Yönetmeni, başrol
oyuncusu, senaristi, yapımcısı, hepsi, hepsi “ben” olan bir film…
Köprünün başındaydım. Köprünün
ortasına yakındım. Köprünün ortasındaydım. Hayatımın ortasındaydım.
Ve gördüm. Sonunda gördüm. İç
sesimin söylediği gibi gördüm.
Onu gördüm. Yanında da onu gördüm.
Onları gördüm. Kenetlenmiş ellerini gördüm.
Gördüm, öldüm, dirildim. Yine
gördüm, yine öldüm, yine dirildim.
Bana ışıksız, bana yabancı, bana yabansı
bakan gözlerini gördüm. Gözlerinde, tanımadığım insanlar gördüm. Tanımadığım
yerler, bilmediğim şeyler... Ayak basmadığım coğrafyalar…
Gözlerinde, sert ve tavizsiz bir
yargıç gördüm. Mahkemeye çıkarıldım, suçlu bulundum, sürüldüm.
Gözlerinde, kaybettiğim bir savaşın düşmanlarca
paylaşılan ganimetlerini gördüm. Yıkılan tahtımı, ezilen tacımı, inen
bayraklarımı, düşen ülkemi…
Biletini kestim, seni tek kişilik
bir korku filminin içine hapsettim, diyen o gözleri, o en derin kuyulardan daha
soğuk, dipsiz gözlerini gördüm.
Dörtnala koşan bir doru atın üstünde,
saçları ateş saçan bir Amazon’du yanımdan geçerken. Delici ve keskin
bakışlarıyla hayatımı milat gibi ortadan ikiye yarıp geçti.
Ve film koptu.
Görmüştü. İç sesinin emrine uymuş,
yürüyüş yolundan dönmüş, köprüye gitmiş ve görmüştü. Sezgileri onu
yanıltmamıştı.
Gördüğü, yepyeni bir filmdi. Yeni
yazılmış, yeni çekilmeye başlanmış, yeni bir yönetmeni, senaristi, yapımcısı ve
başrol oyuncusu olan, buna karşın tek bir oyuncusu eski ama artık o da
tanınmayacak kadar yeni.
Bitmişti. Eski filmin eski
oyuncusunun rolü burada bitmişti. Bir süredir kırıntılarla ve aptalca bir
umutla beslenen uzatmalı hayali kesin olarak bitmişti. O yaşa kadar bin bir emek
ve zorlukla getirdiği her şey bitmişti. Hayatı bitmiş…
Ve kıpkızıl bir ateş…
Okuduğu tüm kitaplar yandı. Sadece “Fahrenheit
451”de görülebilecek dehşette bir yangın… Görkemli hayalini beslemek için, büyütmek
için, zenginleştirmek için, zirveye taşımak için okuduğu tüm kitaplar yandı. Yanıp
kararan tüm sayfalar bir bir uçuştu gözlerinin önünde, dağıldı, ufalandı, toz
oldu. Okuduklarından geriye hiçbir şey kalmadı zihninde.
İzlediği tüm filmler yandı. Hayalinin
yansımalarını arayıp bulduğu tüm o güzel filmler sahne sahne kül oldu. Artık
film diye bir şey yoktu.
İnandığı, savunduğu,
bayraklaştırdığı tüm değerleri ve ilkeleri yandı. Yıllarca düşünüp yazdığı,
altına imzasını attığı tüm “Yaşama Övgü” manifestoları, tüm “Her Şeye İlgi ve Herkese
Sevgi” bildirgeleri yandı.
Çocukluğu, ilk gençliği, gençliği… Okul
başarıları, birincilikleri, övünçleri, kıvançları… Öğrenme hevesi, öğretme
arzusu, yeni yerler görme merakı, yeni şeyler tatma coşkusu, dere tepe gezme
iştahı, yepyeni deneyimler yaşama / yaşatma tutkusu… Ruhunun kılcal
damarlarında akan o görkemli yaşama sevinci…
Ve fotoğrafları…
Ve gururu…
Ve onuru…
Yandı. Her şey yandı.
Korkuluklarına sıkıcı tutunduğu
köprünün altından sakin sakin akan dere, derenin ulaştığı engin deniz
söndürmezdi bu yangını.
O gün o köprüde insanlarla, insanlıkla
arasındaki tüm köprüleri attı.
O gün o köprüde sevmekle, sevilmekle
arasındaki tüm köprüleri yaktı.
Her şey yandı. Çünkü her şey
yalandı.
. . .
Ertesi gün uyandığında başka
birisiydi. Öyle ki, hayatının en büyük acısını -sadece bir gün sonra- zerre
kadar hissetmiyordu.
Halının sarmal desenlerine bakıp
hipnotize olmuşçasına yatağında oturuyordu. Bunun dışında bir şey yapmak
gelmiyordu elinden. Bunun dışında bir şey yapmak istemiyordu.
Başka birisi olarak hayatı böyle
başlamıştı.
. . .
Onun hikayesini yazmak da başka birisine, bana düştü.