Geçmişinden kaçarken geçmiş zamanlara tutkulanan bir adamdı.
Tek bir sokağını bile bilmediğim
şehirlere gittim. Otobüsten iner inmez daldım beni çağıran ilk sokağa. Sokakları
birbirine bağladım. O sokakların nereye çıkacağını bilmediğim halde bilirmişçesine
yürümenin hazzını çok az şeyde bulmuşumdur.
Gezinmelerim bir akışa bırakıştı
kendimi. Kalabalığa ya da tenhalığa, yeniye ya da eskiye doğru… Ayaklarım
nereye götürürse o yöne… Tanışalı henüz bir saat bile olmamışken kendimi koşulsuzca
teslim ederdim şehre. Hiçbir plan yapmadan, bir şey seçmeden rastgele yürürdüm geçmişim
olmayan şehirlerin sokaklarında. Ruhuma seslenen her sokağın çağrısını anında kabul
ederdim. Ayran gönüllü bir çapkın gibi, her sokağın gülümseyişine
karşılık verir; uzattığı eli tutardım. Adımlarım
kendi yolunu kendisi bulurdu. Bu kendiliğindenlik şehrin kabul etmesiydi beni.
Bu yersiz, bu yurtsuz, bu kaçak, bu köksüz yolcuyu bir anne gibi bağrına
basmasıydı.
Yurtsuzluğum en çok bu şehirlerde yoldaşlık
ederdi bana. Hiçbir yere bağlanamayışımı, bitmeyen gurbetliğimi, kök
salanlardan olamayışımı sadece bu şehirlerde ılık ılık hissederdim. Göçebelik
ile sürgünlük arasında sallanan bir sarkaca iliştirdiğim hayatım, yalnızca bu
şehirlerde avucuma düşer ve çırpınırdı bir kuş gibi. Kaçmazdı. Bu durum birçoklarına göre garipti ama benim gerçeğimdi. Tersten
yürünen yol gibi, bu konudaki duyuşlarım da tersineydi. Tanıdık bildik yerler
yurtsuzluğumu, göçebeliğimi, sürgünlüğümü ve kayıplığımı yüzüme vururken; geçmişim olmayan şehirler bu sıfatları onurla ve gururla taşınacak
birer madalya gibi göğsüme iliştiriyordu. Hayatımın konuşlandığı yerlerde
varlığımı kemiren, talan eden unvanlarım ise geçmişim olmayan şehirlerde cömert
hayırseverlere dönüşüyordu. Tersyüz edilmiş sahnelerin oyuncusu, tersten
yürünen yolun yolcusu olduğumu kabullendiğim ve kanıksadığım günden beri.
Bilmediğin bir şehirde sıfır geçmişle rastgele
yürümek… Sanki yıllardır oradaymışım gibi… Kanatmayan, tam tersine ruhu okşayan
bir paradoks… Sevilen ve benimsenen bir karşıtlık… Şehrin her yerini ezbere
bilirmiş gibi, her türlü alışkanlığını çok önceden öğrenmiş gibi yürümek…
Öyle sıcak bir içtenlik ve sevecenlikle karşılardı
ki şehir beni, gözlerime bakan biri benim tam da bu şehrin bir çocuğu olduğumu
sanabilirdi. Oysa gözlerimdeki ışıltı -tam tersine- o şehirde bir geçmişim
olmadığı içindi. Paradoksların insanı her zaman keskin bir kılıçla ikiye
bölmediğini bu şehirlerde yürürken öğrendim. Sivri uçların kıvrıldığını,
bıçakların köreldiğini, kalkan ve zırha ihtiyaç duyulmayabileceğini… Gördüm bu
şehirlerde. Maskesiz de yaşanabileceğini… Acıtmayan rollerin de olduğunu…
Öğrendim bu şehirlerde.

Toprağa gömülü duyuş ve düşünüşler
filiz verir tek tek. Yeni anlatılar hayat bulur. Dorukların soğuğunda dondurduklarını
çözen kalemim, baharda coşan ırmak gibidir. İdeologluğuna ara verir.
Tatildedir. Tekdüzeliği, aynılaşmayı, sabitlenmeyi, kök salmayı, dal budak
sarmayı, bir temel edinmeyi, temel üzerinde kat kat yükselmeyi, kökleşmek için
katman katman derinlere inmeyi, biriktirimleri, gerektirimleri, bugünü harcayarak geleceği satın almayı, yığınak yapmayı, depolamayı, kiler doldurmayı, “bir”
olmaktan vazgeçip iki olmayı, ikiye bölünmeyi, gen aktarımını dayatan bir sistem
ile ezeli savaşını sadece bu şehirlerde bırakır kalemim. Burada savaş yoktur. Burada
karınca olman için bir zorunluluk yoktur. Burası ağustos böceği olabileceğin yerdir.
Neden sonra şehrin insanları girer
kadrajıma. Yanımdan yöremden geçip gidenlere ait öyküler yazarım onlardan
izinsiz, habersiz. Duysalardı bu öykülerimi beğenirler miydi acaba? Başında rengi
solmuş eski kasketi, elinde ağaç dalından bozma bastonuyla ağır aksak yürüyerek
yanımdan geçerken bana sorgulayan gözlerle bakan yaşlı amca, pazar arabasını zar
zor çekiştiren tülbentli teyze, pencereden sarkarak sokağı gözetleyen dağınık
saçlı kadın, bisikletinin zinciriyle uğraşan genç, kapı
önündeki kaldırım taşında çekirdek çitleyen kızlar, çember oluşturarak
oturdukları kaldırım kenarında resimli kartlarla oyun oynayan çocuklar… Hepsi
için öyküm vardır ve anında yazılır zihnimin sır kâtibince. Bir evin duvar
dibine yanaşıp yaslanırım. Amaç dinlenmek değil, dinlemektir.
Her seferinde, önünde durakladığım
evlerin pencerelerinden içeri bakarım çaktırmadan. Göz ucuyla bakıp da
görebildiğim ayrıntılar üzerinden yazmayı sürdürürüm öykülerini. Eşyalar güvenilir
tanıklardır. Unutmazlar, yalan söylemezler, çıkarları yoktur, açık sözlüdürler. Gelip
geçen zamanın izlerini bir karşılık beklemeksizin sunarlar. Evler ne de çok anıyla
yüklüdür, ne çok yaşamla… Basit sanılan en küçük eşyanın bile anlatacağı çok
şey vardır.
Ben çok uzaklardayken, başka başka
yerlerdeyken varlığından bile haberim olmayan bu şehrin sokaklarında, evlerinde
ne çok şeyin yaşanmış olduğunu düşünürüm. Bilmediğim ne çok yaşam var. Benim
hiçbir şeyden haberim yokken yaşanan ne çok şey… O an garip bir iştah ve açlık
hissederim. Doyurulamayacak bir oburluğun insan ruhunda kazınıp duran açlığını… Tam da o an dünyanın sayısız yerinde yaşanmakta olan sayısız olayı bilme iştahı… Nice
öykü yazılıyor her an. Nicesi başka başka öykülere karışıyor, nicesi başkalaşım
geçiriyor, başka başka öykülere evriliyor. Nicesi bir noktada kesişiyor. Çoğu
yazıya geçirilemediği için sırra kadem basıyor. İşte ben hepsini öğrenmek gibi
karşılanması olanaksız bir istek duyarım. Kendimin sayısız kopyasını üretip
dünyanın her yerine göndermek gibi çılgınca bir hayal kurarım. Yıllar önce buna
“hayal gezenlik” adını taktığımı anımsanırım. Tek bir anda her yerde olmak… "Tüm
hayal gezenlerim! Dağılın dünyanın dört bir yanına! Toplayabildiğiniz tüm
öyküleri getirin bana! Hepsini istiyorum. Ne varsa yığın önüme, yığın!
Yığınlardan bir dünya kurmak istiyorum."
Tarihi yapılarla karşılaştığımda
tüm bu düşünceler daha da derinleşir, duygular kesifleşir. Onların tanıklığı çok daha fazladır çünkü. Yüzyılların değişim ve dönüşümlerini
tek tek görmüşlerdir. Tanıdıkları ve tanıklıkları çoktur. Dünya durdukça ayakta
kalmaya ant içmiş bir taş sütundur mesela. Önce durup izlerim. İlk kez karşılaştığım
bir nesneye bakıyormuşçasına incelerim. İlk kez karşılaştığım bir nesne
olduğuna kendimi inandırırım. İlk kez böyle bir nesne görüyorsun. Evet, ilk kez
görüyorum. Ne kadar da büyüleyici! İnsanların böyle şeyler yapabildiğini
bilmezdin. Evet, bilmezdim. Muhteşem, müthiş, harika! Taşın uzanabildiğim en
yüksek noktasına parmak uçlarımla dokunurum sonra. Yumuşak bir dokunuş. Sanki
kırılıverecek bir nesneymişçesine… Sonra avuç içimi değdiririm. Bilirim, avuç
içinin değmediği hiçbir şey senin değildir. Avuç içinin değmediği hiçbir şey
sana sırrını açmaz. Elimi aşağıya doğru yavaş yavaş sürürüm. Zamanın taş
sütunda atmakta olan nabzını ararım. Bulduğum yerde durdururum elimi. “Çok,
çok, çok…” diye atar zamanın kalbi. Taşı diken usta! Seni görüyorum. Sanatını
takdir ediyorum. Gururlanıyorsun. Hakkındır. Ey taş sütun! Yüzyıllar boyunca gördüklerini
görüyorum. Öykülerini yazıyorum bir bir. Çok uzak diyarlardan gelen bir kervan geçiyor sokaktan. Bohçalar ipek kumaşlarla dolu. Suculara gün doğdu. Susamış
yolculara su veriyorlar. Parçalı taşlarla döşenmiş sokağın ortasından su akıyor. Zaman,
avuç içimde atıyor. Çok, çok, çok…
Korna sesiyle irkilince zamanda yolculuk
yapan ruhum ışık hızıyla bedenime döner. Tuzağa yakalanmış bir kuş gibi kanatlarını
çırpıştırır. Yürüyüşüm kaldığı yerden devam eder. Zaman kavramına takıntılı
derecede bağlı / bağımlı olmam kişiliğimin yapıtaşlarındandır. Zamana takık
yazarlara ilgi duymam rastlantı olmasa gerek. Bu takıntıyı yadırgamam. Tam da
bu yüzden her seferinde aynı düşünce başköşeye kurulur zihnimde. Tüm zamanların -tek bir taş sütunda olduğu gibi- tek bir noktada birikmesi, hiçbirinin birbirine
karışmadan kendi özeli içinde sürüp gitmesi… Bu algı, uzun zaman önce gelip
yerleşmiştir zihnime. Bir filmin tüm karelerinin aynı anda gösterimde olması,
filmi izleyenin de aynı anda tüm sahneleri görebilmesi gibi bir şeydir.
Şehirlerin eski fotoğraflarına
bakarken, görünen her ayrıntıya sevdalanışımın nedenlerini daha iyi anlarım. Günümüzde asla göremeyeceğimiz birçok şeyle doludur o
fotoğraflar. Evlerin ve sokakların biçimleri, insanların giyimleri, diğer
birçok nesne… O zamana ışınlanmayı delicesine arzularım. O zamana ait tek bir
günü yaşabilmek için pek çok şey verebilirim. Bir mucize olur da o eski zamana
ışınlanıverirsem heyecandan ölebilirim.

Bazen bir gün, bazen birkaç gün
kaldığım bu şehirlerden ayrılma vakti yaklaşınca tüm o huzur verici,
dinlendirici duyuş ve düşünüşler yerini karmaşık ve karanlık olanlara bırakır. Bu
dönüşün beni gurbet algısından uzaklaştırması gerekirken ben tam tersini
hissederim. Tersten yürünen yol… Sanki memleketim o an bulunduğum şehirdir de
gideceğim yer gurbettir. Yolları tersinden yürüyen, birçok şeyi tersinden yaşayan
biri olduğum gerçeğini bilmek, beni bu dönüş anlarında yatıştırmaya yetmez.
İçime serin serin sular dökülmez.
Bunun üzerinde çok düşünmüşümdür. Tek kişilik bir beyin
fırtınası kurgulamış, çok kez fırtınaya tutularak savrulup gitmişimdir. Tanıdık bildik yerlerdeki uyumsuzluklarımın ve uyuşmazlıklarımın sebebi nedir? Geçmişim
olmayan bir şehre adım attığım andan itibaren ayaklarım yerden kesilircesine
sevinçle dolup taşmamın sebepleri tam olarak nedir? İlk kez gittiğim şehirleri önkoşulsuz
sahiplenişim… Daha doğru dürüst görmeden sevip benimseyişim… Her ayrılışın meydana
getirdiği o burkuntu… Döneceğim yerin bana ait bir geçmişi barındırması mıdır yoksa
tek sorun? Bana ait olmayan, içinde benim bulunmadığım bir geçmişe mi tutkunum
yalnızca? Tarihi yapılarda, eski nesnelerde ya da fotoğraflarda beni
heyecanlandıran o geçmiş zamanlar, kendime ait olduğunda bunaltıya mı yol açıyor?
“Ne yaman çelişki!” demek kurtarır mı insanı? Soru sormaktan
alıkoyar mı? Başka geçmişlere böylesine sevdalıyken kendi geçmişimle barışık
değil miyim? Geçmişimi barındıran yere dönecek olmak, barış ortamından savaş
ortamına geçmek gibi algılandığı içindir belki de tüm huzursuzluğum. Dinmeyen bir
susuzluk gibidir yol gitme arzum. Yollara düşmek belki de yalnızca aramak için
değildir, kaçmak içindir. Benim olan bir geçmişten benim olmadığım bir geçmişe kaçmak
için… Hiçbir şey bana yetişemesin diye… Kim bilir... Belki hepsi, belki de hiçbiri.
Yol, tek bilinen yanıt; en büyük gerçek…
Otobüs hareket eder en sonunda. Geride
kalan herkesi şanslı sayarım. Her dönüş yolculuğunda kalemimin özenle bilediği
ucunun gırç gırç eden sesini duyarım. Bilirim, kalemim kısa süreliğine
bıraktığı işine dönüş hazırlığına başlar. Döneceği yerde savaşacak yığınla
yaptırım, dayatma, koşullandırma, hipnotizma, makineleşme vardır. Gazan mübarek
olsun kalemim!
Yol… Bazıları için ucundakiyle
anlamlı. Varmak için gidilen bir şey. Bitince güzel.
Yol… Bazıları için gidişle
anlamlı. Gitmek için gidilen bir şey. Sürdükçe güzel.
Bu yazının da anlatacakları bitmiyor
haliyle. Sürüp gidiyor. Bilinen anlamda bir sonu olmuyor. Sonu gelmiyor. Sonuç
bölümü yazılamıyor. Sonuç çıkmıyor. Sürdükçe güzel.