22 Ağustos 2020

KALABALIK YALNIZLIK

 


Dolu dolu bir yalnızlığı vardı kalabalıkların boşluğu içinde.



İnsanlar tanıdıkça ve tanıdıkça insanları daha çok yalnızlaştım. Onlar konuştukça ve konuştukça onları daha çok uzaklaştım. Sustukça yanlarında ve sessizliğim sorgulandıkça daha çok sağırlaştım. 

Biriktirmek için toplananlardan bir yığın oluşmadı. Yükselmek yerine çukurlaştı zemin. Sahip olduğum şeyler vardı görünüşte ama hepsine vekaleten bakıyordum ben. Sorumluluk bilinciyle hareket eden ve yükümlülüklerinin farkında olan biri olarak taşıyordum tüm sıfatlarımı, konumlarımı. İnsanlarsa bana aitmiş gibi duran her şeyin bilinçli ve gönüllü seçimlerim olduğunu sanıyorlardı. Oysa halinden hiç memnun olmayan (tanımadığım) birisi kurnazlık edip tüm yüklerini üstüme yıkarak kaçmış gibiydi. Üzerime zimmetlenen emanetin bekçiliğini yapıyordum.

Bir ses yankısıydım aralarında, bir hologramdım. Yaklaştıkça aradaki mesafeler azalacağı yerde artıyordu. Yakınlaştıkça samimiyetim artacağı yerde ciddileşiyordum. Ortak olmayan yönlerimizin çokluğu dolduruyordu aramızdaki boşluğu. 

İçimde bir yerlerde herkese yabancı bir ben vardı. Ayrı, ayrıksı, aykırı. Üzerimdeki etkisi bu kadar güçlü olmasaydı onu ciddiye almayabilirdim. Onun insansızlığını sonlandırmak için çok emek verdim, savaş verdim. Herkese ikinci bir fırsat tanıması için dil döktüm ona defalarca. Olmadı. İnsanlar her seferinde onu haklı çıkaracak şeyler söylemekten ve yapmaktan geri durmadılar. 

Bir köprü kuruluyordu ve adım adım yıkılıyordu sonrasında. İnsanlar tanıdıkça ve tanıdıkça insanları. Bir bina dikiliyordu ve kat kat eksiliyordu en alttan başlayarak. Bir fidan dikiyorduk el ele. Boy atacağı yerde küçüldüğünü görüyordum, toprağa karışıp yok oluşunu.

Tersi olması gerekiyordu oysa. Arttıkça artmak, temeli sağlamlaştırmak, kesişim kümelerini genişletmek gerekiyordu. Alışmak, yakınlaşmak, anlaşmak… Olmadı. İnsanlarla ilişkilerim tersine dönen film şeridi gibiydi. Giderek acemileşen bir ustanın filmi. 

İçtenlik, güven ve yakınlık zamanla büyüyüp gelişirdi. Bir insanı tanımak, onun da seni tanıdığına inanmak zaman alırdı. Aceleyle değil, yavaş yavaş olgunlaştığı için sağlamlaşırdı. Olmadı. Zaman tersine aktı sanki benim için. İçtenlikten mesafeli duruşa, güvenden kuşkuya, yakınlıktan uzaklığa ve inanmaktan inanmamaya doğru.

Önemsediklerini, öncelediklerini, ideallerini, amaçlarını yabancıladım ilkin. Yaptıklarını, yapmak istediklerini hararetle anlatırlardı; bense saygısızlık etmemek için dinlerdim. Anlamazdım, anlayamazdım. Öyle şeyler anlatırlardı ki insan ömrünün beş yüz yıl olduğunu, hastalık diye bir şeyin kalmadığını, dünya barışının sağlandığını, insanoğlunun mitolojideki gibi yarı Tanrı nitelikler taşıdığını sanabilirdiniz. Böyle bir dünya varmış, hedefleri de buna uygunmuş gibi anlatıp dururlardı hep. Yararsız ayrıntıları konu edinirlerdi. Dünyaya nizam vermeye ve yargı dağıtmaya takıntılıydılar. Tek ölçütleri de kendileriydi. “Güç bende olsaydı…” diye başlayan söylevlerine maruz kalmak büyük eziyetti. 

Dünya, bildiğimiz gibiydi oysa. İnsan aynıydı. Kimse de hayalindeki gibi değiştirememişti. Kendilerine gerçekçi diyenlerden en abartılı kurguları duymak paradoksun doruğuydu sanırım. Çok şey istiyorlardı, çok şey bekliyorlardı ve ben çok olan her şeyden korkarım.

Yakın sandığım ne çok uzakla karşılaştım. Başımdan geçenlerin benzerlerini yaşadığını söyleyip aynı duyguları hissetmiş ve aynı şeyleri düşünmüş olduğu iddiasındaki biri denk gelirdi mesela. Ben derinlemesine anlatmadan bile anlayabileceğini düşünürken buz gibi bir anlayışsızlıkla yüzleşirdim. Dinlemeyi ya da yardımcı olmayı kendisi önermiş olmasına karşın kötü bir şaka gibi tam tersini sunardı. İnsanlar tanıdıkça ve tanıdıkça insanları hiç tanışmamış olmanın sessizliğine kaçmak isterdim her seferinde ve kaçardım da. Artık onlarla tüm alışverişim formalitelerden ibaret olurdu. İletişimim marketteki kasiyerle olandan farksızdı. Geçici, uçucu, kısa, az, hafif…

Bir döngüdeymiş gibi yaşıyorum. Biraz çaba ve sabırla doldurulabilecek bir çukurun zamanla uçuruma dönüştüğünü görüyorum. İki ayrı uçta kalıyoruz. Bir süre sonra duymaz oluyorum, görmez oluyorum. Gidiyorlar, hiç gelmemişler gibi sıfırlanıyor tanışıklığımız.

Bazen yollar tekrar kesişiyor birisiyle. O, değişen bir şey yokmuş gibi davranıyor. Zaten değişen bir şey de olmuyor onun için. Bense karşımdaki artık başka biriymiş gibi hissediyorum. Yıllar geçtikçe rolümü oynamakta ustalaştığım için bendeki boşluğu ve uzaklığı ayrımsamıyor hiçbiri. Ağzım bilindik ezberleri geveliyor, yüzüm sahte bir gülümseme maskesi takınıyor. Kalıplaşmış sorular, yanıtlar, temenniler… Ve çağın en geniş katılımlı yalanlaşması: “Görüşürüz.”

Görüşmeyeceğiz. İki ayrı kutup noktasına savrulan biz artık saçma sapan rastlantıların fırsat verdiği ölçüde dokunacağız hayatlarımıza. Sen merak ettiğin için, yoklamak için. Bense dokunduğum yerden güç alıp kendimi geri iterek uzaklaşmak için.

İki ayrı dünya olduğumuzu anladığım andan itibaren ve bu dünya dışında yaşanabilecek başka bir gezegen henüz keşfedilmemişken ben ikimiz için iki ayrı kutup dairesini uygun buldum yaşamak için. Dairelerimiz birbirini görmüyor. 

Başlangıç kredisi olarak verilen ortak zamanlarda sen yanlış yatırımlar yaptın. Ortaklık için bolca malzeme olduğunu düşünürken ben, tanıdıkça seni ve zaman tanıdıkça bize eksildi demirbaş listemiz. Sonunda duvarda asılı boş bir çerçeve kaldı. Senle, sonra başka bir senle, sonra başka bir sen… Sizle…

Bilgisayar oyunlarına düşkünlüğümü ne sandınız ki? Başaramadığın her seferde; yeteri kadar puan, erzak, eşya şu bu toplayamadığında ya da sadece ilerleme biçimini beğenmediğinde ESC ile çıkıp oyunu yeniden başlatmak gibi olmasını isterdim hayatın. Evet, çok isterdim. Her seferinde daha az hata yapmak, daha çok artı toplamak için yeniden başlamak, yeniden, yeniden… Tatmin oluncaya dek. Sıkılıncaya dek.

“Kelebek Etkisi” filmine niçin takık olduğumu da anladınız umarım. İşler yolunda gitmeyince ve kararların seni kötü sonuçlara bağladığında, başına dönmek istemez miydin her şeyin? Evet, her şeyin tam da senin istediğin gibi olması için ve olana dek geri sarmak hayatı. Zamanla yabancılaşmayacağın kişileri, kendin gibileri bulabilmek için belki de.

Bu tür hayallere kapılmak benim suçum değildi. “Bilgisayar oyunları zeka geliştirir, hayal gücünü zenginleştirir, sorun çözme becerisi kazandırır.” dediler. Hayal gücüm bu yönde gelişti. “Sinema hayatı anlatır.” dediler. Takıntı haline gelen filmlerdeki gibi bir hayatın mümkün olabileceğine inandım ben de. 

Sizse böyle olmadığını biliyordunuz. Nasıl emin olmuştunuz? Denememiştiniz oysa. “Böyle şey olmaz.” demek yeterli gelmişti. Ben denemeden ikna olmayandım. Şüpheciydim. Ezberlerle ve sorgusuz sualsiz kabullerle aram bozuktu hep.

Denedim, olmadı, anladım. Ben bunlarla uğraşıp didinirken aramızdaki mesafe de açıldı haliyle. Dilimiz değişti. Yeniyi öğrenemedim ben. Başlangıçta yakın olup sonra uzak kalmamız bu yüzden. 

Karşılaşmalarımız ise şehirler arası yollarda durulan mola yerlerindeki gibiydi. Çabuk kaynaştığımız da oldu, ortalama ve düzeyli bir sohbet etmişliğimiz de. Hareket vakti gelince anladık otobüslerimizin ayrı yönlere gittiğini. Ayrıldık. Sizin eskileriniz benim yenimdi, benim yenilerim sizin eskileriniz.

Siz bir gün durmaya karar verince ikna oldum ben de. Denemeden olamazdım. Sizinle bir olmayı, biz olmayı denedim. Her seferinde ters istikametteki yollara düştükçe ve tüm bunlar artarak devasa bir toplam oluşturduğunda anladım. Kalabalık yalnızlığımı.

Ben yoldayım hâlâ. Yaşamak yolda olmakla eş, durmak ise ölümle. Yerleşik düzene geçtiğinizden beri bilet gişesi önündeki karşılaşmalarımız da bitti. Otobüsün yol üstündeki bir yerleşimden geçip gitmesi gibi geçiyorum hayatlarınızın ortasından. Gördükleriniz, o hızlı geçişin kısacık süresindeki kadar. Gördüklerim, bir önceki yerleşim yerindekiler kadar.

 

Başa sarıp izliyorum, başa alıp dinliyorum, başına dönüp okuyorum, baştan yazıyorum. Yazdıklarımı okuyorum, sonra yine okuyorum. Kaç kez oluyor bu, bilmiyorum. 

Sanıyor musunuz ki bir yazı tek seferde yazılıyor, ilk yazıldığı gibi kalıyor? Değiştiriyorum bir yerlerini her seferinde. Eklemeler, çıkarmalar yapıyorum. Sonunu bile değiştirdiğim oluyor. Haftalar, aylar, bazen yıllar geçiyor üstünden. Dönüp yine okuyorum, yine değiştiriyorum. (Yazılarımın sıkı takipçisiyim.) Bazen ufak tefek, bazen ciddi değişiklikler yapıyorum. Yeniden yorumluyorum. Yeniden gözden geçiriyorum. Yazma tutkumu, yazı işçisi olduğumu görüp “Kitap bastırsana!” diyorlar. “Olmaz,” diyorum, “o zaman değiştiremem.”

“Değişkeler kitaplarda, filmlerde de olsa keşke.” diye düşünüyorum bazen. Alternatif sonlar yazılsa / çekilse. Anneme Kafka’nın “Dönüşüm”ünü okutmuştum mesela. Gece geç saate kadar okumayı sürdürmüştü. Ondan önce uyumuştum. Ertesi sabah uyandırmak için odasına gitmiştim, “Nasıldı kitap?” demiştim. Ağlamaklı gözlerle bakarak “Böcek öldü.” demişti. Ana yüreği işte! Ne olurdu yani Gregor normal haline dönseydi başka bir sayfada? İkinci son olarak.

“Selvi Boylum Al Yazmalım”ı izliyor yine. “Yine mi?” diyorum, “Bu kez farklı biter belki.” diyor gülümseyerek. “Asya, çocuğuyla birlikte kamyona biner belki bu kez.” diyor. “E, Cemşit ne olacak?” diyorum. “Bir dahaki sefere de onunla kalır.” diyor. “Hım,” diyorum, “çok tanıdık geliyor bana bu düşünüş.”

“İlyas aptallık etmesiydi bu dram yaşanmazdı.” diyorum. “E, o zaman bu olmazdı ki! Başka film olurdu.” diyor. “Doğru tabii!” diyorum. Olasılıklar sonsuz. Küçük bir değişiklik bile büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Kelebek etkisi teorisi. En sevdiğim.

 

Başa dönüp okuyorum. Bir tutam daha cümle eklemeli.

İnsanlar tanıdıkça ve tanıdıkça insanları. Dolu dolu boşluk. Gürül gürül sessizlik. Konuşkan suskunluk. Kalabalık yalnızlık. 

Etrafım insanla dolu. Gülüyoruz, eğleniyoruz, gürültülüyüz, gürül gürül. İçimizi duymuyoruz. Ortam çok sesli. Ortam iç sessiz. Konuşuyoruz, tekrara düşüyoruz, aslında susuyoruz. Aynı şeyleri konuşanlar aslında susarlar. Yalnızlaşıyoruz. Yalnızlaşıyorum. Yalnız. Yalın. 

Zaman geçiyor. 

Onlar özel birileriyle yalnızlaşmaya karar veriyorlar. Ortak hayatın içinde yalnızlaşıyorlar. (Hayat müşterektir, herkes yalnızlık için üstüne düşen vazifeleri yerine getirmelidir.) Neden sonra yalnızlıklarını çoğaltmaya karar veriyorlar, yeni yalnızlıklar doğuruyorlar. Küçük küçük yalnızlıklarla genişliyorlar daha da. Gelecek güzel günlerde birlikte geçirilecek yalnızlıkların hayalini kuruyorlar. 

Kalabalıklaşıyor yalnızlıklar. 

Yalnızlaşıyor kalabalıklar.

Sanırım bu kadar. Siz ihtiyaten yazıyı baştan bir kez daha okuyun. Ben o arada sonunu değiştirmiş olurum -belki- ikinci son eklemiş olurum. Farklı görürsünüz, farkı görürsünüz ya da görmezsiniz. Belki gidip gelirken karşılaşırız aralarda bir yerde. Ayaküstü konuşuruz. Cümleleri tersten okuruz. Bir paragrafın köşesinde oturup susarız. Sonra herkes kendi yoluna. 

Otobüs benzetmesinin olduğu yerde de bırakabilirsiniz okumayı. Sizin için yazının sonu orası olur. Aslında orasıydı. Anlatıyı ona göre kurup çatmıştım. Başa dönüp dönüp okudukça yenilenen çağrışımları da ekledim durdum. Binaya kaçak kat çıkmak gibi kaçak bölüm yazmış oldum.

Dilerseniz siz de kendinize göre bir son ekleyin. Hatta iki son. Kompozisyon derslerindeki gibi, öykü tamamlama etkinliği. 

Şimdilik burada bitsin bakalım.