22 Kasım 2017

KAZI



Kendimi kaz(ı)dım, en derinden bir çocuk çıkarttım. 


Kendimi bulmak için kendimi kaz(ı)dım ben en başından beri. Her katmanda ne bulduysam ona inandım. Özüm olduğuna inandım. Son olduğuna. Bulduğum neyse o oldum. Sonraki kazıya dek.
Öncekilerde olduğu gibi bulduklarımla yetinmedim asla. Yeniden kaz(ı)dım hep kendimi, yeni baştan. Yeni bulduklarıma inandım. Sonrakine dek.
En alttakini merak ettim her seferinde, her yeniyi çaresizce en alttaki sanırken. Bir süre sonra bunun bir sonu olmadığı düşüncesi gelip saplandı kafama. En alt, gerçek öz diye bir şey yok muydu?
Kalıtsal bir deri hastalığı gibiydi bu. Kabukları soydukça yeni deri geliyordu alttan. Bitti sanıyordun, “İyileştim!” diyordun, rahatlıyordun. Sonra kaşıntı başlıyordu ansızın. Bir zamanlar yeni sandığın derin kanıyordu, aşınıyordu, kabuk bağlıyordu, eskiyordu, ölüyordu. Sonra yine kaz(ı)mak, yine yeni…
Yıllar geçti. Her değişim ve dönüşümden birer parça alarak yanıma, devam ettim kaz(ı)maya. Her parçayı yamadım durdum ruhumun boşluklarına. Sonunda Frankenstein’a döndüm.
Yüküm ağırdı. Tüm ben’lerimi sırtlanmanın yorgunluğu çöktü üzerime. Birbirine karıştırır olmuştum parçalarımı. Her biri “ben” olduğunu iddia eder olmuştu. Büyük bir inançla ve yüksek perdeden dillendiriyorlardı gerçek “ben” olduklarını. Kimin sesi daha gür çıkarsa ona inanıyordum, o oluyordum.

Kabuk bağlamış yaralarımı son kez soyduğumu bilmiyordum o gün. Çocukken dizlerimizdeki kabukları soymaktan aldığımız hazla kazıdım durdum. İlk kez böylesine umursamaz, böylesine anlık düşüncelerle ve bir şey beklemeksizin.
Kazıdım yamalı ruhumun tüm parçalarını. Hepsini hurda gibi attım üzerimden. Tüm kabuklarımı döktüm. Hafifledim. Son kazıydı bu, emindim artık. En derinden çıkansa harika bir çocuktu.
Tüm geçici ben’leri kovdu çocuk. Bunca zaman ruhumda kargaşalara, kavgalara, bitimsiz iktidar mücadelelerine, anlaşmazlıklara, itişip kakışmalara, köşe kapmacalara, her bir ağızdan yükselen hak iddialarına, işe yaramayan ittifaklara, istikrarsızlıklara neden olan tüm yetişkin ben’lere yol verdi. Çok uzun zaman süren koalisyonlar devri bitti. Tek başına çocuk geldi.

Ben bir çocuğum. Aranızda dolanıyor, yetişkin rolü oynuyorum bazen. Oyunları severim her çocuk gibi. Sizin farkında bile olmadığınız, ne olduğunu bile bilmediğiniz yığınla oyuncağım var. Sıkılmam hiç.
Koltuklara sıralanmış, konuşup duran yetişkinlersiniz siz. Bense halının ortasına oturmuş; oyunlara, oyuncaklarına dalmış bir çocuk. Sizin sıkıcı yakınmalarınızdan, birbirinin türevi olan soru-yanıtlarınızdan, formalitelerinizden, kayıplarınızdan, kayıplarınızın yerine koymaya çalıştığınız potansiyel kayıplarınızdan, yara bandı tutmayan yaralarınızdan, görkemli ağıtlarınızdan, yosun tutmuş yaslarınızdan, ölü umutlarınız için düzenlediğiniz uzun saygı duruşlarınızdan, yararsız hüzünlerinizden, bıktırıcı hayıflanmalarınızdan, geçmişe duyduğunuz hastalıklı özlemlerden, kırık aşk öykülerinizden, boğucu yalnızlık senfonilerinizden, gök gürültülü sitemlerinizden, çözülmesi zor alacak-verecek hesaplarınızdan, iyilik-kötülük çetelenizden, gidenlerin ardından bakakalmalarınızdan, gidememelerinizden, kalamamalarınızdan, sığamamalarınızdan, sığışamamalarınızdan, yetememelerinizden, yetinememelerinizden, yetişememelerinizden tamamen azade olarak saf bir huzurla gülümseyen bir çocuk…

“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.” demiş şair. Yaşam bilgeliği üzerine söylenen yığınla sözden, yazılan ciltlerce kitaptan çok daha etkili ve derinlikli bir sözdü bu oysa. Hayat görüşünüzün harcındaki en önemli birleştirici olmalıydı. Yazık, unuttunuz ya da duymadınız hiç.
Kuşlarınız zamanla öldü teker teker. Sizinse tek derdiniz, ölen kuşları diriltmeye çalışmaktı. Ölü kuşların ardından yaktığınız ağıtların ateşiyle yandınız ve yaktınız. Küstünüz her şeye ve herkese. Uçuşu unuttunuz, anımsamadınız. Tek ihtiyacınız olan şeyi.
İçinizdeki çocuk da öldü. Bir çocuğun katıksız bilgeliğini, koşul gerektirmeksizin anda oluşunu, en basit eylemlerden bile tat alabilme ve en sıradan nesnelere bağlanabilme yetisini yitirdiniz. Yüksek doz yetişkinliğe bağlı zehirlenmeydi hastalığınızın adı.

Zihinleriniz dopdolu ıvır zıvırla. Yetişkinlere özgü oyalanma araçlarıyla, büyük büyük heveslerle ya da tüm hevesleri yitirmiş olmanın sahte rahatlığıyla bugünü geçiştiriyorsunuz. Kanlı canlı bir sandığa dönüştünüz. İçinizde nice işe yaramayanlar, nice nerede işe yarayacağı belli olmayanlar var. Oysa bir sandık boş olmalıdır. Böylelikle rahatça içine girip saklanabilir bir çocuk.
Ya geçmişteydiniz ya gelecekte. Şimdiki zaman dışındaki tüm zamanları yaşıyordunuz. Tarih çizgisinin ortasını tutturamadınız hiç. An içindeki küçük ayrıntıları izlemenin sağladığı o güzel tatları unuttunuz. Geçmişsiz ve geleceksiz bir çocuk olmayı unuttunuz. “Hatırlayın!” dendiğindeyse size, bahaneler sıraladınız sonu gelmez. O günleri artık yaşayamayacağınıza dair tezler sundunuz. Kendiniz inandınız hepsine. Çünkü hepsi kendinizi kandırmak içindi. Hedef saptırmak için atılan işaret fişekleri…
Olamadıklarınızı ve olamayacaklarınızı anlatırken kendinizi acındırmayı, kendinize acımayı da maharet saydınız. Kaybetmiş olmanın hüznü ne de çok yakışıyordu size! Bu hüzünden de hastalıklı bir keyif aldınız. Zavallı kaybedenler! Kayıpları geride bırakanlar kazanır oysa.
Bayağı insanların bayağı sözlerine takıldınız, engin denizlerde yüzen bir balığın ağlara takılması gibi. Ne çok da önemsediniz onların gözünde kim olduğunuzu! Görkemli bir kaya gibi durmak vardı oysa. Onlar sizden toz bile koparamayacak güçsüz birer esinti olabilirlerdi ancak. Oysa siz bu zayıf insanlardan kasırgalar yarattınız kendinize. Onların bitik özgüvenlerini besleyip büyüttünüz, bir canavara döndürdünüz. Sadece bir iki cümlenizin kıyısında köşesinde alelade bir nesne olabilecek düzeydeki insanları cümlelerinizin en başına özne olarak yazdınız defalarca. Onlarla olan ilişkilerinizden bir roman çıkarttınız vıcık vıcık dram kayganlığında. Yüzlerine bile bakmamanız, yok sayıp geçmişe gömmeniz gereken insanları tutup her yere götürdünüz zihninizde. Sonsuzca andınız. Oyuncaklarınızı çaldıklarını söylemeniz ise deliliğin zirvesiydi.

Şimdi ben sizi dinliyor ve anlıyormuş gibi duruyorum. Dinlesem bile anlamıyorum. Aynı durum büyük olasılıkla sizin için de geçerli.
Yıllar yıllar sonra birkaç parçamla değil, tepeden tırnağa tam bir çocuğum. Gece gündüz oyuncaklarımla oynuyorum.
Sahi, sizin yapacak önemli işleriniz yok muydu kuzum?