18 Ocak 2015

SÜREĞEN


Kulak çınlaması gibiydi sürüp giden,
Başlangıcı ve ne zaman biteceği kestirilemeyen.



Bu bedene hapsoldum. Bu derinin altına sıkışıp kaldım. Çıkamıyorum, kaçamıyorum, kurtulamıyorum. Bu hantal, bu zayıf, bu küçük insan bedenini taşımaktan sıkıldım. Bir bebekten farkı yok bunun. Acıktı, doyur. Susadı, içir. Yoruldu, dinlendir. Uykusu geldi, uyut. Kirlendi, yıka. Hastalandı, iyileştir... Bitmek bilmeyen isteklerini karşılamaktan yoruldum, usandım. Çıkıp gitmek istiyorum bu nazlı et ve kemik yığınından. Oysa ben her an gözetilmesi ve korunması gereken bu bedende tutsağım. Her gün yavaş yavaş çürüyen, çöken, ölen etten ve kemikten bir hapishane.
Oysa ben her an her yerde olabilmeyi istiyorum. İstediğim yere istediğim anda gidebilmeyi, tüm hızlardan daha hızlı olmayı, evreni altüst etmeyi, enerji olmayı istiyorum. Neden bu sınırlı, aciz bedene mecbur ve mahkum olayım? Kırıntılarla yetinen yoksul bir varoluş.
 Doyurmaktan usandığım bu bedeni sonsuza dek terk etmek… Duygulardan arınmak… Sadece akıldan ibaret olmak… Bu yavaş ve yetersiz varoluştan kurtulmak… İstiyorum. Hız istiyorum. Yetmek istiyorum.

Arkasına yaslandı. Yazdıklarını okudu. Yetersiz, dedi. Zihnimde çırpınıp duran düşünceyi yansıtmaktan aciz bir yığın söz! Oysa ben en küçük boşluk bırakmamacasına anlatabilmek istiyorum. Uzun süredir kafamın içinde boşluk bırakmamacasına yer kaplayan düşüncemi anlatabilmek… Koskoca evrende noktacık olmanın verdiği ezikliği ve usancı hissettirebilmek istiyorum.
Avuç içlerine baktı. Et ve kemik… Bunun dışına çıkabilmek mümkün olsaydı keşke. Eşsiz bir güce erişilebilseydi. Koskoca evrende minicik mavi bir nokta olan bu dünyadan çok uzaklara gidilebilseydi. Bunları anlatmaya gerek kalmasaydı. İnsanın icat ettiği hiçbir şeye ihtiyaç olmasaydı. Zamana ve yere ait olan şeyleri, yani her şeyi, arkada bırakıp ışık olup gitmek mümkün olsaydı. Bir film repliği gibi tekrarladı içinden, “Bu ellerle mi ha?”
Tekerlekli koltuğundan kalktı. Çay fincanı boşalmıştı. Mutfağa geçti. Su ısıtıcısının düğmesine bastı. Birkaç adım attı. Pencerenin önünde durdu. Dışarıyı izlemeye koyuldu. Apartmanın bahçesinde şen şakrak oynayan çocukları gördü.
Sekiz on yaşlarında, kızlı erkekli sekiz çocuk… Coşkuyla oynuyorlar. Sanki o an dünyada sadece kendileri var ve dünya denen bu yer bir oyun parkından ibaret. Oyna, gül, eğlen, koştur, bir şeyleri kovala, zıpla, şeker ye, ter içinde kal, basit şeyler için bile büyük heyecan duy, şaşır, büyülen, her şeyi merak et, öğrenmek için acele etme, mışıl mışıl uyu…
Uyumak… İşte bundan feragat edilebilir aslında. Çocuklar sahip oldukları şeyin değerini bilebilselerdi, bir gün ellerinden kayıp gideceğini görebilselerdi, çocukluk denen gökkuşağı ülkesinden yetişkinlik denen gri izbeye göçeceklerini kestirebilselerdi belki de hiç uyumazlardı. Çocukluklarını daha uzun yaşayabilmek için.
Suyun kaynadığını haber veren sesli uyarı onu derin düşüncelerden uzaklaştırdı. Derin bir soluk alıp vererek pencereden ayrıldı, mutfak mermerinin altındaki çekmecelerden birini çekti, iki tane poşet çay aldı, iki de kesmeşekerle birlikte fincanın içine attı, sıcak suyu boşalttı. Siyah mutfak masasının başındaki siyah sandalyeye oturdu. Sigara yaktı. Beyaz fayanslı duvara bakışlarını çivileyip silik yansımasına karşı çay-sigara içti.

“Düzen” dedikleri, otoriter ve isteyici bir öğretmendi. Herkese yaptığı gibi gözlerini bana da dikmişti. İzliyordu, istiyordu. Bana verilen ödevleri, sorumlulukları, zorunlulukları yerine getirmemi bekliyordu. Düzen böyleydi. İnsanlar büyük bir hevesle kurmuş ve gönüllü köleleri olmuşlardı. Özgür iradesiyle ürettiği şeylerin kölesi olan tek canlı, insandı. Özgür iradesi olan tek canlı!
Öğretmen, gözleriyle konuşuyordu adeta. Göz hapsindeydim herkes gibi. Diğerlerinden farkım, ben ne yapacağımı bilmiyordum. Herkes büyük bir ciddiyet içerisinde ödevleriyle meşgulken ben başım öne eğik öylece duruyordum. Utangaç, çekingen, tedirgin, kuşkulu. Herkesin içinde farkımı fark edecek deneyime ve sezgiye sahipti bu öğretmen. Ayrıkotlarını tespit etmekte çok mahirdi.
Öne eğik bakışlarımı bir anlık cesaretle kaldırdığımda onun inceleyici, irdeleyici, didikleyici, eleştirici bakışlarıyla karşılaşıyordum. Korkuyordum. Gözlerimi anında aşağı indiriyordum. Bir şeylerle ilgileniyormuş gibi yapıp onu kandırmak istiyordum. Çekip gitsin başımdan.
Oysa daha çok istiyordu öğretmen, daha çok. Biri bitiyor, diğeri başlıyordu ödevlerin. Daha çok ödev, daha çok sorumluluk, daha çok zorunluluk, daha çok aidiyet, daha çok bağlılık, daha çok bağımlılık, daha çok uyum, daha çok itaat, daha çok aynılaşma, daha çok…
Uyumsuzları hemen tespit ediyordu bu sert ve tavizsiz öğretmen. Tehditkâr bakışlarında şimşekler çakıyordu. Ant içiyordu: "Düzen bozucular, ayrıksılar, uyumsuzlar! Dikiş tutmayanlar, dikiş tutturamayanlar! Yapbozun hiçbir boşluğa uymayan parçaları! Yersizler, yurtsuzlar, yarınsızlar, köksüzler, sürgünler, göçkünler! Arka sıralarda kaybolmayı seçenler! Sizi tek tek hizaya getireceğim! Bir ipe dizer gibi dizeceğim! Bütün çıkıntılarınızı törpüleyeceğim! Eriteceğim sizi, kıvama getireceğim, 'herkes'in içine katıştıracağım!"
Zil ne zaman çalacaktı? Ne zaman kurtulacaktım bu göz hapsinden, gözaltından, gözdağından, gözbağından? Zil çalsın, yarış atı gibi fırlayıp çıkayım yerimden. Diğer yarış atlarının gittiği yönün tersine koşayım. Onlar ulaşsınlar istedikleri hedefe. Ben kaybolup gideyim. Geride bıraksınlar beni. “Daha çok”larının peşinden delicesine koşarlarken daha çok uzaklaşsınlar benden.

Kahvesinden yudum almak için durdu. Önce kokusunu içine çekti derin derin. Sonra kopkoyu kahveden bir yudum aldı. Yazdıklarını okudu. Bu yazı bu kadar, dedi. Daha fazlasına gerek yok.
Fincandaki son yudumu bir dikişte içti. Masadan kalktı. Mutfağa geçti. Su ısıtıcısının düğmesine bastı. Birkaç adım attı. Pencerenin önünde durdu. Dışarıyı izlemeye koyuldu. Bahçede kimsecikler yoktu. Çocuklar evlerine dağılmıştı. Belki de yorulmuşlardı, uyuyacaklardı. Yazık! Çocuklara uyumadan ayakta durabilme gücü verilseymiş keşke. Uyku diye bir gereksinimleri olmasaymış. Büyüyünce uyumaya başlasaymış insan. Zaten bir kaçıştır yetişkinler için uyku, sadece onlara lazımdır. İşlerden güçlerden kaçıp huzurlu bir dinlenme arası. Bilinçsizlik gereksinimini karşılama olanağı. Gerçekleşmeyen hayalleri rüyalarda görebilme olasılığı. Belki de bu yüzden uyanmak rahatsız eder insanı. Zordur. Bilinçsizlikten bilinç durumuna geçmek insanın ruhunu acıtır. Hele de uyandırılmak… Hele de bir alarm sesiyle… Çok acı! Uyandırılmak, bir insanın başına gelebilecek en büyük kötülüklerdendir.
Bahçede iki bisiklet, bir atlama ipi, genişçe bir halka ve üç farklı top vardı. Bir de kaykay. Rüzgar, sarı üzerine mavi ve kırmızı çizgili plastik bir topu sağa sola oynatıyordu. Bir bisikletin direksiyon ucundaki pembe püsküller uçuşuyordu. Çocuksuz kalan oyuncaklar ne kadar da zavallı görünüyordu. İnip de oynasa mıydı? Çocuklar gelene kadar oyalasa mıydı oyuncakları?
Suyun kaynadığını haber veren sesli uyarı onu derin düşüncelerden uzaklaştırdı. Derin bir soluk alıp vererek pencereden ayrıldı. Mermerin üzerindeki kahve kavanozunu açtı. Üç tatlı kaşığı kahveyi fincana doldurdu, iki de kesmeşeker attı, sıcak suyu boşalttı. Kokladı. Yeterince koyu olduğuna kanaat getirdi. Masanın başındaki sandalyeyi pencerenin önüne çekti. Kahvesini masanın öbür ucuna bıraktı. Sigara yaktı. Karşıki apartmanın çatısına çökmekte olan lacivert akşam alacakaranlığını seyre daldı.

Bir yol haliydi yaşamak dediğim. Yolda olmak. Yol almak. Otostop çekiyordum yabancı yaşamlara. Hepsine de sorgusuz sualsiz kabul ediliyordum. Güven veren bir yanım vardı sanırım. İnsanlar böyle şeyleri hissedebiliyordu. Kime güvenip kime güvenmeyeceklerini biliyorlardı. Çok fazla şey biliyorlardı. Ben de onlardan öğreniyordum birçok şeyi. Bilmediğim şeylerin çokluğuna şaşıyordum.
Dahil edildiğim yaşamlar nereye giderse ben de oraya gidiyordum. Parçalanmayacak bir öbeğe eklemlendiğimi düşünüyordum. Birlikte gülüyorduk, birlikte eğleniyorduk, birlikte yiyip içiyorduk, birlikte coşuyorduk. Hayatımızda bugünden başka bir zaman dilimi yoktu. Andaydık, geçmişsizdik, yarınsızdık. Yol, sonsuza akan bir nehir gibi uzanıyordu önümüzde. Ezelden beri tanıyorduk sanki birbirimizi. Ebediyete dek sürecekti sanki yolculuğumuz. Bir “dahil” olduğumu unutturuyordu bana bu sanılar. Neden sonra farkına varıyordum her şeyin. Sonsuzluğa inanan sadece bendim.
Tüketiyordu insanlar. Tüketmeye sevdalıydılar. Bitirmeye ant içmişlerdi sanki. Yok etmeye, sonra yeniden kurmaya yeminliydiler. Başla, kana kana iç, hapur hupur ye, tıka basa doy, sindir, kalk git sonra. Arkana bile bakma. Sadece git. Hiçbir şey yaşanmamış gibi ya da her şey yalanmış gibi. Kemirilecek yeni tarlalar arayan çekirgeler gibi.
Bir sonrakine geçiyorlardı hep, bir sonrakine, bir sonrakine, bir sonrakine… Durmaksızın tüketilen birliktelikler… Birkaç tatlı ısırıktan sonra atılan meyveler… Onların lügatinde, durmak sözcüğü ölmekle eş anlamlıydı çünkü.
Yolculuk bitiyordu eninde sonunda, onlar yaşamlarını başka yollara çeviriyorlardı. Bense öylece kalakalıyordum. Yeni duruma alışmak için canımdan can veriyordum. Onlar yeni yolcular alırlarken yaşamlarına, ben hayatın kenarında anılarla avunuyordum. Anı kırıntıları azığım oluyordu. Azar azar yutuyordum. Yutkunuyordum.

Kalemi parmaklarında çevirdi. Bir yandan da yazdıklarını okudu. Seni almaya kimse gelmeyecek artık, dedi iç sesi. Yolundan kimse geçmeyecek, hiçbir yaşama otostop çekemeyeceksin. Yalnızsın. Yalınsın. Herkes çok uzak ve kalabalık yollarda hızla ilerlerken sen ıssız bir yolda tek başına ağır ağır yürüyeceksin. Bir yere varmaya çalışmaksızın. Dedi.
Acıkmıştı. Kara kaplı defterini kapadı, masadan kalktı, mutfağa geçti. Çekmeceleri karıştırdı. Yiyebileceği bir şeyler aradı. Son kullanma tarihi çoktan geçmiş atıştırmalık birkaç ıvır zıvır dışında bir şey bulamadı. Hah! Kullanım süresi dolan varoluşları ne yapacağız üstat?
Dışarıya çıkmaya karar verdi. Aheste giyindi. Sigarasını da aldı. Evden çıktı. Kilitlendiğinden emin olmak için kapıyı birkaç kez iteledi. Anahtarı sol cebine attı. Eski alışkanlık, eli otomatik olarak sağ cebini yokladı. Telefonunu almadığını fark etti. Bir süredir telefonu yanına almadığını anımsadı. Bir süredir telefon kullanmıyordu. 
Yedinci kattan asansörü çağırdı. Ağır ağır inen asansörü bekleyemedi. İkinci kattaydı dairesi. Merdivenlerden indi. Ne biçim bir kattı bu iki? Asansörle mi inmeli, merdivenlerden mi? Artık bir karar vermeli. Hangisi boşsa onu seçmeli, dedi iç sesi.
Apartmandan çıktı. Plastik top, kapının birkaç adım önündeydi. Şimdi şöyle sert bir şut çekmeli, ta öteye göndermeli şunu. Şöyle sert bir şut çekip ta öteye göndermedi, topun yanından geçip gitti.
Birkaç sokak boyunca ilerledi. Arada sırada uğradığı bir lokantaya girdi. Onu tanıyan lokantacı hemen ön masaya buyur etti. Yok, ben şöyle arkada bir yere geçeyim. Olur, tabii, hay hay! Ne alırdınız? Hım! Her zamankinden vereyim mi? Her zamanki mi? Ne demek her zamanki? Her zaman gelmiyorum ki ben buraya! Her geldiğimde aynı şeyleri yemiyorum ki! Çok rahatsız edici bir söz bu. Her zamanki… Her… Aynı… Hıh!
Efendim? Anlayamadım. Yok bir şey, düşünüyorum da. Karar veremediyseniz günün çorbasını tavsiye edeyim size. Ver hadi! Gün bitmeden içelim bari. Arkasından ne istersiniz? Sıradakini ver işte! Sırayı bozmayalım. Maksat, midemize bir şeyler girsin. Çek abime bir yayla çorbası, bir de nohutlu pilav! Salata alır mısınız? Sorman hata! En sevdiğimdir.
Neyse ki yemeği hızlı yerdi. Lokantacı samimiyeti arttırmak için söz açmaya vakit bulamadan o, yemeğini bitirmiş olurdu. Bazen de lokantacının kendisine baktığını ve bir şeyler söylemeye yeltendiği sezdiği anda dükkan kapısının tam üstüne yerleştirilmiş eski püskü televizyona odaklanır, asla kaçırmak istemediği bir şeyi takip ediyormuş gibi gözlerini dikerdi. Şu yeni yarışma programları bir harika dostum!
Yemeğini bitirdi. Parasını ödedi. Lokantadan çıktı. Elini montunun iç cebine attı. Paketten bir sigara çıkarıp yaktı. Kaçıncı kez bırakıp tekrar başlamıştı. Peh! Başla, bırak, başla, bırak, başla… Zamaneler gibi.
Dumanını keyifle tüttüre tüttüre evin yolunu tuttu.

Çocukken çizilen resimlerde evin bacasından yaz kış duman çıkardı. Büyüdüğümüzde, yalnız kışın. Çocukken güneş, gülümseyen bir yüzdü. Büyüdüğümüzde, gökyüzüne asılmış sarı bir tepsi. Anne-baba-çocuk el eleydi önceleri. Sonra, yollar yalnız yürünür oldu. Büyümek biraz da buydu.
Çocukken yeni bir deftere yazmaya başladığımızda nasıl da özenirdik. Yazılar matbaa çıktısı gibi düzgün, yazım-noktalama kurallarından asla taviz yok, sayfa düzeni tam. Sayfalar ilerledikçe yazı da düzen de yavaş yavaş bozulmaya başlardı. Önemsizleşme, sıradanlaşma, tavsama, umursamama... Sonlara doğru -eskilerin deyimiyle- bakkal defterindeki gibi bir özensizlik sayfaları ele geçirirdi. Baştaki sayfalara dönüp baktığımızda o yazıların bize ait olduğuna inanamazdık. O özeni ve titizliği nasıl olup da gösterdiğimize şaşardık. Defteri eline alıp sayfaları çevirse birisi, tüm yazıların aynı elden çıktığına inanamazdı kuşkusuz.
İşte, hayattaki diğer şeyler de böyleydi. Her şeyin bir sonu vardı ve o sonun ilk ile arasındaki fark çok büyüktü. Tanımakta güçlük çekilecek kadar büyük. Yabancılaşmaya neden olacak kadar büyük. Tüm anlamları, anlamlıları ezecek kadar.
Sonra… Sonra yeniden başlamak, yeniden sonlanmak… Kısırdöngü. Sonu görmek için başlamak… Umut, sevinç ve mutluluk… Hayal kırıklığı, acı ve hüsran… Esirdöngü.
İşte, tam da bu yüzden birileri bu döngüden çıkmıştır. İşte, tam da bu yüzden birileri yeni bir sayfa açmaz. Açmaktan vazgeçmiştir. Boş, temiz ve kapalı bir defter, bazıları için en iyi seçimdir.

Arkasına yaslandı. Soğumaya başlayan çayı bir dikişte içti. Saat, 04.08’i gösteriyordu. Gecenin kuşatıcı sessizliğinde, yazdıklarını sesli okudu. Üzerinde çalışmak lazım, dedi.
Deftere yazdığı yazılar günden güne birikmişti. Eskiden yazılarını bilgisayara geçirirdi. Üzerinde daha kolay oynamalar yapar, yazıları yeniden düzenlerdi böylelikle. Olgunlaştırırdı. Uzunca bir zamandır defterde bırakıyordu yazdıklarını. Bilgisayara geçirmeyi erteliyordu. Çünkü ertelemeyi seviyordu. “Bugünün işini yarına bırakma, mümkünse ertesi güne bırak.” Evet, Mark Twain!
Defterinin sayfalarını karıştırdı. Rastgele bir sayfa açıp göz attı yazılanlara. Önceki yazıların daha özenli, daha düzgün olduğunu gördü. Sayfalar ilerledikçe bu özen kayboluyordu. Heyhat! Hayatta bazı şeyler değişmiyordu.
Açık duran sayfadaki yazıyı okudu.
Bunca zaman sonra bakıyorum da beni kurtaran tek şeyin yazmak olduğunu anlıyorum. Bunca zaman sonra bakıyorum da elimde kalan tek şeyin yazmak olduğunu anlıyorum. Her seferinde bunu yeniden deneyimlemek. Her seferinde bunun yeniden doğrulanması. Hiçbir zaman ihanete uğramamak. Kuyuya her düşüşte yüksekten sarkıtılan ip. Her iç burkulmasında yüreğe dokunan el. Her boğuntuda ciğerlere dolan serin soluk. Her titremede omuzlara değen sıcaklık. Her kalabalıkta yol açan tek başınalık. Yok oluşun her çağırışında varoluşa atılan imza. Ölüme karşı yaşam. Kaçış ve kurtuluş. İşte o, yazmak!
Gülümsedi. Defteri kapadı, masaya bıraktı. Işıkları kapatıp yatak odasına gitti. Geceliğini giydi. Yatağa girip yorganı üzerine çekti. Cenin pozisyonu aldı. Gündüz bahçede oynayan çocukların sesleri kulağında çınlıyordu.
Başlangıcı ve ne zaman biteceği asla bilinemeyen kulak çınlaması…
Ninni gibi gelen çocuk sesleri…  
Nin nin nin nin nin nin niii…

Vay canına, toplu saklambaç! Ortaya bir daire çizilir. İçine top konur. Birisi topa tüm gücüyle vurur. Ebe olan çocuk koşarak topu almalı, getirip dairenin içine tekrar koymalıdır. Ama bunu yaparken arkasına bakmadan geri geri yürümelidir. Çünkü o sırada herkes bir köşeye kaçıp saklanacaktır. Ebe, saklananlardan birini görürse koşarak topun üstüne basmalı ve  “Sobe!” demelidir. Saklananlardan biri ebeden önce topa ulaşırsa tekrar vurur. Ebe, topu tekrar aynı şekilde alıp getirmelidir. Oyun herkes sobelenene kadar sürer.
Apartmanın bahçesindeyim. Çocuklarla oynuyorum. Ben de çocuğum. Zaten hep çocukmuşum. Çok şükür, ebe değilim. Sarı kıvırcık saçlı, mavi gözlü, çilli, asık sıratlı, sinsi bakışlı bir çocuk ebe olmuş. Oh, canıma değsin!
Bahçe aslında ne kadar da genişmiş. Apartman ne kadar da yüksekmiş. Rengi ne ara değişmiş? Bahçenin ön tarafında bir de havuz var. İçinden pinpon topu geçirip yukarıya püskürten ve kıvrımlı düzenekten döne döne aşağıya indiren bir de fıskiyesi var. Vay canına, ne acayip şey!
Suyun basıncı birden artıyor. Pinpon topu ta yukarılara kadar çıkıyor. Bir leylek onu havada kapıyor. Isırıyor. İçinden yavru leylek çıkıyor. Birlikte uçup uzaklaşıyorlar.
Daire içindeki topa ben vuracağım. Ha ha ha, görürsün sen!
Bir çocuk sapsarı topu daireye koyuyor. Geri geri gidiyorum. Açıldıkça açılıyorum. Öyle bir vuracağım ki ebe bulamayacak topu.
Balkonlardan birinde bir adam var. Çocuklar haydi yemeğe, diyor bize. Lokantacı amca bu! Balkonda ocak varmış, yemek pişiriyormuş. Bırak şimdi! Kim takar oyun varken yemeği! Kendin ye, obur şey!
Herkes topa vurmamı bekliyor. Ebe olan çocuğun boyu uzamış. Ha ha! Bir çocuk bu kadar uzun olamaz. Çocukluktan çıkıp adeta koskoca bir adam olmuş. Vursana be, diyor bana kalın sesiyle. Ne ara büyüdü bu çocuk? Yetişkin olmuş çıkmış. Ne işi var oyunumuzda? Oyunda büyüklere yer yok!
Garip bir ses yankılanıyor duvarlardan. Leylek, lokantacı amcanın balkonuna konuyor. Yemekleri alıp kaçıyor. Lokantacı amca, öfkeyle bana bakıyor. Ne bakıyorsun be! Ben mi yolladım leyleği? Oh olsun! Aç kal! Yemekten başka bir şey bilmez misin sen?
Lokantacı amca tepiniyor, elindeki kaşığı oyun alanımıza atıyor. Bağırıp çağırıyor. Boş verin, biz keyfimize bakalım, oyunumuzu oynayalım. Büyükler zırt pırt bağırırlar zaten. Neyin kuyruk acısıysa?
Uzun boylu bir adama dönüşen ebe, bana sinirli sinirli bakıyor. Bekle, geliyorum. Var gücümle koşuyorum. Diğer çocuklar alkış tutuyorlar. Topa öyle bir vuruyorum ki apartman boyu yüksekliğe çıkıyor. Gökyüzünde süzülüyor. Güneş gibi parlıyor. Ebe dehşete kapılarak bakakalıyor. Aniden ileri atılıyor. Telaşla koşturuyor. Top hâlâ havada süzülüyor. Bizim leylek, hoppa, nereden çıktı bu yine, ha ha, topu havada kapıp gidiyor. Ebe şaşkın şaşkın gökyüzüne bakakalıyor. Oh olsun sana!
Saklanmak için herkes kaçışıyor. Apartmanın arkası ormanmış. Ben doğrudan oraya kaçıyorum. Dalların üstüne basa basa koşuyorum. Adeta uçuyorum.
Hah ha! Kimse bulamaz artık beni. Her yanım ağaç. Yeşilliklerin içinde yüzüyorum. Yemyeşil bir denizde yüzüyorum. Kağıttan bir gemi görüyorum. Defterimden koparılan boş bir sayfadan yapılmış.
Gemiye binip gidiyorum. Enginlere doğru yol alıyorum. Dilimde kendi uydurduğum bir çocuk şarkısı…

Sürüyorum.

Sürüp gidiyorum.