26 Mart 2014

DAHİL


Seçmemeyi seçenler, başkalarının seçimlerine dahil edilirler.



Gerçek anlamda bir seçimde bulunmadan ve karar almadan yaşadım. Özgür iradem varmış gibi görünse de tüm dahil olmalarım; zorunlulukların, sorumlulukların, kabullenmelerin, araziye uymaların, yoldan çıkmaların, kapılmaların, kapıp koyuvermelerin, savrulmaların, sürüklenmelerin, akışa kapılmaların, arkadan iteklenmelerin, yuvarlanıp da düşmelerin sonucunda gerçekleşti.
Seçmemeyi seçmiştim sanki, karar almama kararı almıştım. Henüz ilk gençlik çağlarındayken bile bendeki bu ayrıksı duruşu fark etmek mümkündü. Bu duruş da benim seçimim ya da kararım değildi kuşkusuz. Gelip beni bulmuştu. Bu tavrı ben seçmemiştim, o gelip beni seçmişti. Hayatta bazı şeyler böyle oluyordu demek ki.
Gelip beni seçen tüm seçimlere karşı da asla konuksever değildim hani! Başta hepsine karşı ciddi ve sarsılmaz bir direnç gösterirdim. İçine çekilmek istendiğim yaşam biçimlerini tereddütsüz reddederdim. Yabancılık çekerdim en koyusundan. Beni içine almak isteyen her şeyden köşe bucak kaçardım. Saklanırdım. Çünkü beni içinden atmış bulunan eski yaşantımın tutkunuydum. Oysa fanatiği olduğum o eski yaşantıyı da başlangıçta elimin tersiyle iten, bendim.
Bir süreliğine beni bağrında konaklatacak (benim bitmeyecek sandığım) tüm yaşantılar, sarsılmaz olduğunu düşündüğüm direncimi bir süre sonra kırar, surda gedik açar, içerilerime sızar ve sonunda beni fethederdi. Asla yüz vermeyen bir sevgiliyi, mücadeleden asla vazgeçmeyerek kendisine bağlayan bir âşık gibi. Tükenmeyen bir sabır ve uğraşla beni bünyesine dahil ederdi. Alıştırırdı. Benimsetirdi. Bağımlıya dönüştürürdü. Bir süre sonra da içinden atıverirdi. Başka bir yaşantıya sürgün giderdim. Her sürgün, bir zaman sonra yine yeni bir yurda dönüşürdü. Her yurttan kovuluş yeni bir sürgün…
Şundan emindim: Seçmemekle seçmemiş; karar vermemekle de karar vermemiş olmuyordun. Hayat devinimdir. Durmaya tahammülü yoktur. Durmak, öylece durmak, bir resim gibi donmak, derinlere kök salmak, raptiye gibi sabitlenmek, sapasağlam çivilenmek isteyenlere bu fırsatı sunmaz. Hepsini acımasızca söker atar.
Oysa ben çocukluğumdan beri bir fotoğraf çekmek istemişimdir. En güzel, en ideal, en vazgeçilmez olanı bulup fotoğraf gibi dondurmak arzusuyla yanıp tutuşmuşumdur. Bulmak ve değiştirmemek! Fotoğraflara abartılı değer verişlerimin, hepsine dönüp dönüp tekrar bakmamın, hiçbirini atmamamın nedeni budur. Dondurulup da durdurulan kesitlerin sonsuz bekçisidir fotoğraflar. Keşke isteyenlere bir fotoğrafın içinde yaşama şansı verilseydi bu dünyada.
Sürekli değişip duran, dönüşüp evrilen yaşamlar asla ilgimi çekmezdi bu yüzden. Hani, yanlış anlaşılacağımdan korkmasam, “Değişimlerden nefret ediyorum.” demek gelirdi içimden. Asıl sözcüğün “değiştirim” olmasını yeğlerdim elbette. Doğal değişimlere katlanabiliyordum. Benim derdim, her kurulu düzeni zırt pırt değiştirme hastalığına tutulmuş insanlarlaydı. Bir şeylerin ayarıyla oynamadan duramayanlar, heveskârlar… Kurcalaya kurcalaya, evire çevire yalama olmuş bir yaşamda tutunacak bir çıkıntısı kalmayanlar…
“Bana ne, onların hayatı!” diyerek sıyrılamıyordum işin içinden, rahatlayamıyordum. Çünkü kimi kez benim yaşamıma da konuk oluyorlardı. Benim yaşamımı doğrudan etkiliyorlardı. Onların da değiştirmece hastalığına tutulduğunu öğrenmem zaman alıyordu.
“Daha iyi, iyinin düşmanıdır.” Bir şekilde hafızamın bir kenarına kazınmış olan bu sözü slogan gibi dilime dolamıştım. Fanatik bir taraftar gibi haykırıp duruyordum içimde. Daha iyiyi bulma kuruntusu yüzünden elindeki iyiyi feda edenlerle aynı yerden gelmediğim kesindi. Ve aynı yere gitmediğim de…
Onların elinde yaşam bir oyuncaktan farksızdı. Oyun hamuru gibi yoğrulup hiç durmaz biçimi değiştirilen bir şeydi. Hiçbir biçimin tadına tam anlamıyla varamıyorlardı. Doymaya fırsat bulamadan diğerine geçiyorlardı. Yapboz tahtasının üzerinde cinnet geçirircesine tepinmeyi yaşamak sanıyorlardı. Hiçbir şeyin sonunu göremiyorlardı. Sonlardan korkuyorlardı. Eskiyişlere tanık olamıyorlardı. Oysa eskiyiş bir tür sahiplenmedir, kabuldür. Hiçbir şeyi sahiplenemiyorlardı, kabullenemiyorlardı. Durup irdelemek, çıkarımlarda bulunmak, mola verip dinlenmek, kenara çekilmek onların bildikleri şeylerden değildi. Değiştirimler arasında çekirge gibi atlayıp durmak... Başkaca bildikleri ve becerdikleri bir şey yoktu. En kötüsü, konuk oldukları her yaşamı -farkında bile olmadan- dağıtıp gidiyorlardı. Durmak ve doya doya izlemek ölümdü onlar için. Ölmemek için her yol mubahtı.
“Bu yaşam, her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir.” diyordu üstat Baudelaire. Hastanede saklanacak bir yer yok muydu gerçekten? Değiştirimcilerin beni bulamayacağı bir yer? Bana dokunamayacakları bir kıyı köşe? Herkesten gizlediğim kök salmışlarımı koparmak isteyen ellerden uzakta bir yer var mıydı? Ne kadardı fotoğrafları yakanların neden olduğu yangınlardan yara almadan kurtulma olasılığı?
Salonun düzenini değiştirir gibi, onu buraya, şunu oraya çekiştirip durmaktan asla vazgeçmeyenlerin ve yorulmayanların kurduğu bir dünyada bir fotoğrafın içinde yaşanamayacağını öğrenmem -tüm farkındalıklarıma karşın- epeyce geç oldu. İnsan sahip olmaktan mutluluk duyduğu bir şeyi niye değiştirirdi ki? Bu ayarsız çevrimin dışında kalmak mümkün değil miydi? Başı dönenlerin baş döndürücü dünyasından uzakta, kendisini bu çılgınlıktan kurtarabilmiş olanların kurduğu bir klan var mıydı?
İşte ben, seçmeyerek seçimlerden kurtulduğumu sanırken içine çekildiğim tüm yaşantılardan nefret ederdim ilkin. İçine yuvarlandığım yeni yaşantıyı, içinden atıldığım eski yaşantım uğruna reddetmem büyük bir çelişki gibi duruyor olabilir. Yeninin bir süre sonra beni içine katması büyük bir tezat gibi duruyor olabilir. Ah! Başka çare kalmıyordu ki! Ne yapabilirdim? Oyunun tüm kurallarının değiştirimciler tarafından yazıldığı bir düzenden nereye kaçılabilirdi? Dünyanın dışına mı?
Zaman geldi geçti. Çıldırmış değiştirimciler yüzünden girdabına kapılıp da içine sürüklendiğim birçok yaşantı eskittikten sonra, varoluşuma layık bir sıfat arar dururken “lejyoner” sözcüğü yankılandı kulaklarımda. Ait olduğumu düşünmediğim her yeni yaşantı, türlü oyunlarla ve kurgularla gözümü bağlayıp bir süre sonra beni kendi bünyesine dahil ediyordu. Başlangıçta düşmanı olan ben, bir süre sonra lejyoneri oluyordum o yaşantının; zoraki sürdürümcüsü ve bağımlısı. Çünkü ben dahil edilendim, kaçacak yeri olmadığı için. 
Mecburiyetin aidiyete dönüşmesi... Asimilasyon! Nefret ettiğin bir şeyin sevdalısı olmak… Kaçtığın bir şeyin peşinden koşmak… Ona karşı savaşmışken, onun için savaşır olmak…
Bir yabancının yerlileşmesi… Sürgün’ün yurt edinmesi… Göçkün’ün yerleşmesi…
“Ben ve onlar”ın “biz hepimiz”e dönüşmesi…

Sonra… Sonra yine sürülmek, yine göçmek, yine yurtsuzluk, yine gezginlik, yine kayıplık… Sonra yine yakalanmak, yine direniş, yine fethediliş, yine eklemlenme, yine kaynaştırılma, yine kabul…
        
         Merhaba!
Terk ettiğiniz, asla anmadığınız, yaşanmamışçasına yok saydığınız tüm geçmiş zamanlarınızın savaşçısı olmaya geldim.
Ben, LEJYONER’im.

Merhaba!
Geçmişinizden arındırdığınız yeni yaşamınıza katıştırılmaya geldim.
Ben, DAHİL’im!