Seçmemeyi seçenler, başkalarının seçimlerine dahil edilirler.
Gerçek anlamda bir seçimde bulunmadan
ve karar almadan yaşadım. Özgür iradem varmış gibi görünse de tüm dahil
olmalarım; zorunlulukların, sorumlulukların, kabullenmelerin, araziye
uymaların, yoldan çıkmaların, kapılmaların, kapıp koyuvermelerin, savrulmaların,
sürüklenmelerin, akışa kapılmaların, arkadan iteklenmelerin, yuvarlanıp da düşmelerin
sonucunda gerçekleşti.
Seçmemeyi seçmiştim sanki, karar
almama kararı almıştım. Henüz ilk gençlik çağlarındayken bile bendeki bu ayrıksı
duruşu fark etmek mümkündü. Bu duruş da benim seçimim ya da kararım değildi
kuşkusuz. Gelip beni bulmuştu. Bu tavrı ben seçmemiştim, o gelip beni seçmişti.
Hayatta bazı şeyler böyle oluyordu demek ki.
Gelip beni seçen tüm seçimlere karşı
da asla konuksever değildim hani! Başta hepsine karşı ciddi ve sarsılmaz bir direnç
gösterirdim. İçine çekilmek istendiğim yaşam biçimlerini tereddütsüz
reddederdim. Yabancılık çekerdim en koyusundan. Beni içine almak isteyen her
şeyden köşe bucak kaçardım. Saklanırdım. Çünkü beni içinden atmış bulunan eski
yaşantımın tutkunuydum. Oysa fanatiği olduğum o eski yaşantıyı da başlangıçta
elimin tersiyle iten, bendim.
Bir süreliğine beni bağrında
konaklatacak (benim bitmeyecek sandığım) tüm yaşantılar, sarsılmaz olduğunu
düşündüğüm direncimi bir süre sonra kırar, surda gedik açar, içerilerime sızar
ve sonunda beni fethederdi. Asla yüz vermeyen bir sevgiliyi, mücadeleden asla
vazgeçmeyerek kendisine bağlayan bir âşık gibi. Tükenmeyen bir sabır ve uğraşla
beni bünyesine dahil ederdi. Alıştırırdı. Benimsetirdi. Bağımlıya dönüştürürdü.
Bir süre sonra da içinden atıverirdi. Başka bir yaşantıya sürgün giderdim. Her
sürgün, bir zaman sonra yine yeni bir yurda dönüşürdü. Her yurttan kovuluş yeni
bir sürgün…
Şundan emindim: Seçmemekle seçmemiş;
karar vermemekle de karar vermemiş olmuyordun. Hayat devinimdir. Durmaya
tahammülü yoktur. Durmak, öylece durmak, bir resim gibi donmak, derinlere kök
salmak, raptiye gibi sabitlenmek, sapasağlam çivilenmek isteyenlere bu fırsatı sunmaz. Hepsini
acımasızca söker atar.
Oysa ben çocukluğumdan beri bir
fotoğraf çekmek istemişimdir. En güzel, en ideal, en vazgeçilmez olanı bulup fotoğraf gibi dondurmak arzusuyla yanıp tutuşmuşumdur. Bulmak ve değiştirmemek! Fotoğraflara
abartılı değer verişlerimin, hepsine dönüp dönüp tekrar bakmamın, hiçbirini
atmamamın nedeni budur. Dondurulup da durdurulan kesitlerin sonsuz bekçisidir
fotoğraflar. Keşke isteyenlere bir fotoğrafın içinde yaşama şansı verilseydi bu
dünyada.
Sürekli değişip duran, dönüşüp
evrilen yaşamlar asla ilgimi çekmezdi bu yüzden. Hani, yanlış anlaşılacağımdan
korkmasam, “Değişimlerden nefret ediyorum.” demek gelirdi içimden. Asıl
sözcüğün “değiştirim” olmasını yeğlerdim elbette. Doğal değişimlere
katlanabiliyordum. Benim derdim, her kurulu düzeni zırt pırt değiştirme
hastalığına tutulmuş insanlarlaydı. Bir şeylerin ayarıyla oynamadan
duramayanlar, heveskârlar… Kurcalaya kurcalaya, evire çevire yalama olmuş bir
yaşamda tutunacak bir çıkıntısı kalmayanlar…
“Bana ne, onların hayatı!” diyerek
sıyrılamıyordum işin içinden, rahatlayamıyordum. Çünkü kimi kez benim yaşamıma
da konuk oluyorlardı. Benim yaşamımı doğrudan etkiliyorlardı. Onların da değiştirmece
hastalığına tutulduğunu öğrenmem zaman alıyordu.
“Daha iyi, iyinin düşmanıdır.” Bir şekilde hafızamın bir kenarına kazınmış olan bu sözü slogan
gibi dilime dolamıştım. Fanatik bir taraftar gibi haykırıp duruyordum içimde.
Daha iyiyi bulma kuruntusu yüzünden elindeki iyiyi feda edenlerle aynı yerden
gelmediğim kesindi. Ve aynı yere gitmediğim de…
Onların elinde yaşam bir oyuncaktan
farksızdı. Oyun hamuru gibi yoğrulup hiç durmaz biçimi değiştirilen bir şeydi. Hiçbir
biçimin tadına tam anlamıyla varamıyorlardı. Doymaya fırsat bulamadan diğerine
geçiyorlardı. Yapboz tahtasının üzerinde cinnet geçirircesine tepinmeyi yaşamak
sanıyorlardı. Hiçbir şeyin sonunu göremiyorlardı. Sonlardan korkuyorlardı. Eskiyişlere
tanık olamıyorlardı. Oysa eskiyiş bir tür sahiplenmedir, kabuldür. Hiçbir şeyi
sahiplenemiyorlardı, kabullenemiyorlardı. Durup irdelemek, çıkarımlarda
bulunmak, mola verip dinlenmek, kenara çekilmek onların bildikleri şeylerden
değildi. Değiştirimler arasında çekirge gibi atlayıp durmak... Başkaca
bildikleri ve becerdikleri bir şey yoktu. En kötüsü, konuk oldukları her yaşamı
-farkında bile olmadan- dağıtıp gidiyorlardı. Durmak ve doya doya izlemek ölümdü
onlar için. Ölmemek için her yol mubahtı.
“Bu yaşam, her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir
hastanedir.”
diyordu üstat Baudelaire. Hastanede saklanacak bir yer yok muydu gerçekten?
Değiştirimcilerin beni bulamayacağı bir yer? Bana dokunamayacakları bir kıyı
köşe? Herkesten gizlediğim kök salmışlarımı koparmak isteyen ellerden uzakta
bir yer var mıydı? Ne kadardı fotoğrafları yakanların neden olduğu yangınlardan
yara almadan kurtulma olasılığı?
Salonun düzenini değiştirir gibi,
onu buraya, şunu oraya çekiştirip durmaktan asla vazgeçmeyenlerin ve yorulmayanların
kurduğu bir dünyada bir fotoğrafın içinde yaşanamayacağını öğrenmem -tüm
farkındalıklarıma karşın- epeyce geç oldu. İnsan sahip olmaktan mutluluk
duyduğu bir şeyi niye değiştirirdi ki? Bu ayarsız çevrimin dışında kalmak
mümkün değil miydi? Başı dönenlerin baş döndürücü dünyasından uzakta, kendisini
bu çılgınlıktan kurtarabilmiş olanların kurduğu bir klan var mıydı?
İşte ben, seçmeyerek seçimlerden
kurtulduğumu sanırken içine çekildiğim tüm yaşantılardan nefret ederdim ilkin. İçine
yuvarlandığım yeni yaşantıyı, içinden atıldığım eski yaşantım uğruna reddetmem
büyük bir çelişki gibi duruyor olabilir. Yeninin bir süre sonra beni içine
katması büyük bir tezat gibi duruyor olabilir. Ah! Başka çare kalmıyordu ki! Ne
yapabilirdim? Oyunun tüm kurallarının değiştirimciler tarafından yazıldığı bir düzenden nereye kaçılabilirdi? Dünyanın dışına mı?
Zaman geldi geçti. Çıldırmış
değiştirimciler yüzünden girdabına kapılıp da içine sürüklendiğim birçok
yaşantı eskittikten sonra, varoluşuma layık bir sıfat arar dururken “lejyoner”
sözcüğü yankılandı kulaklarımda. Ait olduğumu düşünmediğim her yeni yaşantı,
türlü oyunlarla ve kurgularla gözümü bağlayıp bir süre sonra beni kendi bünyesine
dahil ediyordu. Başlangıçta düşmanı olan ben, bir süre sonra lejyoneri
oluyordum o yaşantının; zoraki sürdürümcüsü ve bağımlısı. Çünkü ben dahil
edilendim, kaçacak yeri olmadığı için.
Mecburiyetin aidiyete dönüşmesi... Asimilasyon! Nefret ettiğin bir
şeyin sevdalısı olmak… Kaçtığın bir şeyin peşinden koşmak… Ona karşı
savaşmışken, onun için savaşır olmak…
Bir yabancının yerlileşmesi…
Sürgün’ün yurt edinmesi… Göçkün’ün yerleşmesi…
“Ben ve onlar”ın “biz hepimiz”e
dönüşmesi…
Sonra… Sonra yine sürülmek, yine
göçmek, yine yurtsuzluk, yine gezginlik, yine kayıplık… Sonra yine yakalanmak, yine
direniş, yine fethediliş, yine eklemlenme, yine kaynaştırılma, yine kabul…
Merhaba!
Terk ettiğiniz, asla anmadığınız, yaşanmamışçasına
yok saydığınız tüm geçmiş zamanlarınızın savaşçısı olmaya geldim.
Ben, LEJYONER’im.
Merhaba!
Geçmişinizden arındırdığınız yeni yaşamınıza
katıştırılmaya geldim.
Ben, DAHİL’im!